Makalelerin iceriginden, editörlügümüz veya dernegimiz sorumlu degildir.

Dienstag, Mai 27, 2008

Mehmet Ali Birand / Hürriyet

Kendimize haksızlık ediyoruz

Öylesine içeriye endekslendik ki, artık gözümüz hiçbirşey görmüyor... Öylesine bir Erdoğan aleyhtarlığı içindeyiz ki, Başbakan’ın Türkiye adına gerçekleştirdiği dış başarıları dahi umursamıyoruz. Başka zaman olsa, yeri göğü inletirdik.

Çok dikkatimi çekti.

Türkiye, iki önemli başarıya imza attı, ancak kimseler oralı olmadı.

En önemlisi, Suriye-İsrail dolaylı görüşmeleriydi. İki geleneksel düşmanı bir araya getiren ve ikisi arasında yeni bir diyalog kurulmasını sağlamaya çalışan Türkiye, uluslararası medyada büyük alkış aldı. Son derece güç bir işi, her iki tarafa güven vererek gerçekleştiren kişi Başbakan idi.

Bu olayı bir başka ülke başarsa, yeri göğü inletirdi. Bizde ise, genel bir sessizlik yaşandı. Önemsiz bir işmiş gibi davranıldı.

Ardından, Lübnan krizinin çözümünde, yine Erdoğan’ın oynadığı rol ve 19 aylık bir ertelemeden sonra, Cumhurbaşkanının seçimi geldi.

Türkiye Başbakanı, bölgenin en sorunlu ülkelerinden biri Cumhurbaşkanını seçerken davetliydi ve Türkiye’nin katkısı övüldü. Bu gelişmelerde, siyasi yönden Erdoğan, teknik yönden de Davutoğlu’nun izleri açıkça görülüyordu.

Yine medyaya bakıyorum.

Tıs çıkmıyor. 1-2 kişi dışında, kimsenin umurunda değil.

Neden kendimize bu kadar haksızlık ediyoruz?

Türkiye bölgesinde, eskiye oranla çok daha etkin, çok daha saygın bir rol oynuyor. Bunun prestiji de, hangi liderden geliyor olursa olsun, hepimize yani Türkiye’ye yansıyor.

İç politik çekişmeler, başarılarımızı bu kadar hoyratça harcamamıza neden olmamalı...



27 Mayıs 2008

Freitag, Mai 23, 2008

Serdar Turgut / Aksam

Açıkça söyleyeyim; yargı çevrelerinin öyle sert bildiriler filan yayınlaması bana utandırıcı geliyor artık.

Çünkü yakışmıyor. Modern olmak iddiasındaki bir ülkede yargı etrafa maço laflarla çatan cümleler etmez diye düşünüyorum ben

Eline her kağıt kalem alan ve alfabeyi sökmüş olan, muhtıra benzeri bildiriler yayınlama âdetinde olduğundan memlekette müthiş bir muhtıra çokluğu veya kirliliği sorunu var.

Ben de bu kirlilik ortamından cesaret alarak kendi ‘s-muhtıramı’ yayınlamaya karar verdim. Özetle; ‘Yeter artık, kesin sesinizi’ demek istiyorum.

Benim bildiğim, alışık olduğum, bu memlekette muhtıra yayınlamak manasızlığı askerlerin tekeliydi. Biz böyle yetiştik, böyle gördük. Deyim yerindeyse; memleket terbiyemiz bunu gerektiriyordu.

‘Muhtıra etkinliği faktörü’ adıyla bilinen bir gösterge var mı bilmiyorum ama eğer varsa eskiden bu etkinlik faktörü katsayısı 10 civarındayken, AKP yönetimi sırasında muhtıraların etkinlik faktörü katsayısı sıfıra yaklaştı.

Askerler, cumhurbaşkanlığı konusunda bir girişimde bulunarak laf ettiler ve sonunda onların isteğinin tam tersinin yaşanmasına yardımcı oldular.

Katı eğitimden geçmiş ve değişmez olmakla övünen askerler acaba son muhtıra fiyaskosundan ders aldılar mı bilemiyorum ama ders almadılarsa o girişimin muhtıraların sonu olacağı beklentisi vardı ülkede.

Belki askerler açısından muhtıra yayınlama âdetine son verilmiştir ama memleket muhtıralardan mahrum kalmasın diyen çevreler, askerlerin bıraktığı boşluğu doldurup bizi muhtıralardan mahrum bırakmıyor.

Şimdiki favori muhtıra yayınlama kurumu ise yargı çevreleri oldu. İnsana, ‘Bir onlar eksikti’ dedirtecek bir gelişme.

Açıkça söyleyeyim; yargı çevrelerinin öyle sert bildiriler filan yayınlaması bana utandırıcı geliyor artık. Çünkü yakışmıyor.

Modern olmak iddiasındaki bir ülkede yargı etrafa maço laflarla çatan cümleler etmez diye düşünüyorum ben.

Türkiye’de şöyle bir sosyolojik eğilim var: Atanma yoluyla göreve gelen bazı insanlar kendilerini daima seçilmişlerin üstünde görüyor. Belki kişisel olarak bakıldığında böyledirler de, bilemiyorum. Ama insanda biraz mütevazılık olur, biraz demokrasi nosyonu bulunur ve haddini bilir. Ama maalesef bizim atanmışlarımızda haddini bilmek hiç yok. Cumhuriyetin kuruluşunda da durum böyleydi,

Avrupa Birliği’ne üyeliğe hazırlanıyoruz, maalesef hâlâ daha öyle.

Güzel kadroları var, kendilerini ülkenin geneline karşı pek sorumlu hissetmiyorlar yani yaptıklarının ülkeye etkisinin ne olacağını düşünmeye bile yeltenmiyorlar. Kafalarında korumakla yükümlü olduklarına inandıkları bazı kırmızı çizgiler var, o çizgiler neden hep olmak zorunda bunu da sorgulamak istemiyorlar.

Kadrolu işleri de sağlam, her koşulda dünya yıkılsa da maaşları garanti. Yani ekonomik koşulları da, krizleri filan da düşünmek zorunda değiller ve oy alarak gelmiş insanlara karşı ağızları hiç durmuyor.

Bu durum artık sona ermeli. Sıktılar artık. İsterlerse konuştuklarında dünyanın en doğru fikirlerini söylüyor olsunlar, isterlerse de dünyanın en kaliteli düşünürü olsunlar, belirli bürokratik konumdakilerin artık susmayı öğrenme zamanı çoktan geldi geçiyor bile.

Susmaları zor gelecekse onlara şunu anlayacakları şekilde söyleyeyim bari; bakın sizler her konuştuğunuzda, her sert bildiriler filan yayınladığınızda hep talep ettiğinizin tam tersi sonuçlar yaşanıyor.

Bir zamanlar Erdoğan’ı hapsettiniz, adam ondan sonra çıktı ve çatır çatır Başbakan oluverdi. Gül’ü engellemeye çalıştınız, şimdi Çankaya’da keyif çatıyor. Şu aralar da hedefinizde yine AKP var.

Eğer geçmiş bir trendi gösteriyorsa o zaman da AKP tekrar büyük bir patlama yaşayıp yüzde 70 civarında filan oyla iktidara gelecektir.

Bu olunca, yeni hükümet mutlaka zamanında etrafa sert bildiriler yollayanlara mutlaka teşekkürünü net olarak bildirecektir.

serdar.turgut@aksam.com.tr

Dienstag, April 22, 2008

Oktay Ekşi / Hürriyet

CHP Kurultayı toplanıyor

SON milletvekili genel seçiminden beri yapılması beklenen 32’nci CHP Olağan Kurultayı nihayet bu hafta sonunda toplanıyor. Gerçi Kurultay’ın en kritik kararı olan "Genel Başkan seçimi" konusunda çok fazla merak yok. Genel Başkanlığa adaylığını koyacağı geçen eylülden beri bilinen Samsun milletvekili Prof. Dr. Haluk Koç’un bugüne kadar 66 ili gezdiği, 1250 küsur delegeden 700’ü ile bire bir görüştüğü biliniyor.

Aday olmaya niyetli öteki isimler de elbet gayretle çalışıyorlardır.

Lakin CHP’de Genel Başkanlığa aday gösterilmek, deveye hendek atlatmaktan zor bir süreçtir.

Bilindiği gibi, Deniz Baykal, 24 Ekim 2003 tarihli 30’uncu Olağan Kurultay’da parti tüzüğünü değiştirtti. İlçe Başkanı, İl Başkanı veya Genel Başkan olmak isteyenlerin, o kongre delegelerinin en az yüzde 20’sinin imzasını taşıyan öneriyle aday olabileceği hükmünü getirdi.

Bir kimsenin Genel Başkanlığa resmen aday olabilmesi için bu kadar imzalı öneri de yetmiyor. Öneri altına imza atanlar Kurultay Başkanlık Divanı önünde "Ben -örneğin- Haluk Koç’un aday olması için imzamı veriyorum" dercesine arz-ı endam edip, oradaki görevli önünde imzalarını atacaklar. Böylece mevcut Genel Başkan ile mevcut parti yönetimi, kimin kendilerine karşıt olduğunu görüp onları mimleme ve bir gün sonra yapılacak Parti Meclisi, Yüksek Disiplin Kurulu ve Denetleme Kurulu seçimlerinde aday göstermeme olanağı bulacak.

Rakamla ifade etmek gerekirse, örneğin Haluk Koç’un resmen aday olabilmesi için en az 253 delegenin Genel Başkan’ın gözünün içine baka baka -bir başka ifadeyle gelecek Mart’ta yapılacak yerel yönetim seçimlerinde aday gösterilmeme riskini üstlenerek- "Haluk Koç’u destekliyorum" diyecek.

Gördüğünüz gibi -dilimiz faşizan demeye varmıyor ama biz demesek de birileri der- akıl almayacak kadar antidemokratik bir hükme göre seçim yapılacak. Parti delegelerini elinde tutan Deniz Baykal da, fiilen tek başına gireceği yarıştan böylece büyük bir başarıyla çıkacak.

Bunun adı "seçim" değildir. Açık konuşacaksak bunun adı tek kelimeyle "ayıp"tır.

Böyle bir yarışma anlayışı, ayıp olması dışında Deniz Baykal’a hiç de yakışmamaktadır.

Birinci nokta bu...

İkincisi bu Kurultay’ın aslında çok gecikerek toplandığı gerçeğidir.

Anımsanacağı gibi 22 Temmuz 2007 seçimi ardından CHP Parti Meclisi üyelerinden muhalif bir grup Olağanüstü Kurultay’ın hemen toplanmasını, seçim yenilgisinin sebeplerini incelemesini ve ne yapıp da bir sonraki seçimde yenilgiye uğramaktan kurtulmak mümkündür sorusunun görüşülmesini istedi. Deniz Baykal bu talepleri Parti Meclisi’nde boğdu. Boğarken de "Bu konuyu uzmanlara -veya uzmanlaşmış bir komisyona- havale etmeyi, onların getireceği rapor üzerinde görüşme yapılmasını" önerdi. Ama sonra ne komisyondan haber geldi ne de uzmanlardan...

Kısaca hem Parti Meclisi uyutulmuş oldu hem de parti kamuoyu...

Böyle bir zihniyetle yönetilen CHP’nin Kurultay’ından bir şey ummak mümkün ise... Buyurun, işte orada Kurultay toplanıyor. Gidin izleyin. Eğer "parti içi demokrasi"nin kırıntısını bulabilirseniz bizi de haberdar edin.

Dienstag, April 15, 2008

M.Ali Birand / Hürriyet

AKP kapanırsa, AB ile müzakereler askıya alınır

Şimdiden hazırlıklı olmamız gerekir. Eğer Anayasa Mahkemesi AKP’yi kapatırsa, Türkiye ile müzakerelerin devam ettirilmesi imkansızlaşacaktır. Avrupa Parlamentosu harekete geçecek ve siyasi dayanışma adına, görüşmelerin askıya alınmasını isteyecek. İşin kötüsü, ilerde yeniden başlamak için oybirliği gerekeceği için Türkiye çok zarar görecek.

Senaryo şimdiden hazırlanmaya başladı.

Üstelik, Türkiye’nin din devletine dönüşmesine yardımcı olmak veya şeriat gelsin de, tam üyelikten vazgeçsinler gibi, çarpık bir düşünceyle harekete geçilmiyor. Biz beğenelim veya beğenmeyelim, kabul edelim veya etmeyelim, AKP’nin gizli bir gündemi olduğuna inanılmıyor. Seçimlerde yüzde 47 oy almış bir siyasi partinin bu kadar kolay kapatılmasının demokrasiyle bağdaşmadığına inanılıyor.

Avrupa kamuoyundaki genel izlenim, AKP’ye karşı bir yargı darbesi hazırlandığı şeklinde.



AKP’nin kapatılma davası, Türkiye’nin Avrupa ile ilişkilerini temelinden etkileyecek.

Senaryonun nasıl işleyeceğini anlatayım...

Anayasa Mahkemesi AKP’nin kapatılmasına ve lider kadrosuna siyaset yasağı getirmesi durumunda ilk tepki Avrupa Parlamentosu’ndan çıkacak.

Avrupalı parlamenterler, büyük oranda parlamenter dayanışması adına, diğer bir bölümü de art niyetle harekete geçecek. Kararı basit çoğunlukla alacakları için kolayca çıkacaktır. Parlamento, AB Konseyi’nin “Türkiye ile katılma müzakerelerinin askıya almasını” talep edecek.

Nitekim önümüzdeki 21 Nisan günü, Avrupa Parlamentosu Dışişleri Komisyonu’nun Strasburg’daki toplantısında bu konu ele alınacak ve hazırlıklar başlayacak.

Parlamento’nun bu olası kararı üzerine, AB Komisyonu da zorunlu olarak Türkiye ile müzakerelerin gidişini ele almak zorunda kalacak. Hatta Komisyon, daha parlamento harekete geçmeden dahi, Konsey’e aynı yolda bir talepte bulunabilecek. Bunun için de, Komisyon’un 9 üyesinin öneriyi desteklemesi yetecek.

Son sözü AB Konseyi söyleyecek.

Olli Rehn’e bu konuyu özellikle sordum. Merakım, hangi ülkelerin nasıl hareket edebilecekleriydi. Tahminim, özellikle Fransa, Almanya ve Avusturya gibi ülkelerin bu fırsatı kaçırmayacakları şeklindeydi.

Tam aksine bir durumla karşı karşıya kalınabilir” dedi.

Rehn’e göre, AKP’nin kapanmasına asıl tepki, Türkiye’ye destek veren ülkelerden çıkacak. TÜRKİYE’ye HAYIR cephesinin sessiz kalmayı tercih edeceğini söyledi.

...Gerekçeleri de, AB demokrasisinde, şiddeti teşvik etmeyen, seçimde yüzde 47 oy almış ve ülkeyi 5 yıldır yöneten bir partinin, tamamen demeçlere dayanan gerekçelerle kapatılmasını kimse savunamaz. Biz de, Komisyon olarak savunamayız...”dedi.

Peki sonra ne olacak ?

Türkiye ile müzakerelerin askıya alınması için 27 üye ülkenin üçte ikisi, yani 18’inin EVET oyu kullanması gerekiyor. 18 oy bulunabilir mi, henüz kesin değil. Ancak küçümsenemeyecek bir olasılık.

Asıl bundan sonrası çok önemli.

Müzakereler bir defa askıya alındıktan sonra, aradan zaman geçer ve müzakerelere yeniden başlanması gündeme geldiğinde kıyamet kopacaktır. Zira o zaman, Türkiye ile tekrar katılım müzakerelerinin başlaması kararı için oy birliği gerekiyor.

Yani, hemen her ülkenin Türkiye’ye bir fatura çıkarması için yeniden bir zemin doğacaktır.

Kıbrıs sorunundan Ermeni soykırım iddialarına, Kürt sorunundan asker-sivil ilişkilerine kadar, hemen her konuda ödün istenecek ve uzlaşı aranacaktır.

Türkiye de büyük olasılıkla bunlara sırt çevirecektir.

Özetlemek gerekirse, Türkiye ile müzakereler bir defa kesilir veya askıya alınırsa, bunların tekrar başlaması, 27 ülkenin tekrar onayının alınması, imkansız denecek kadar güçtür. Bir daha 12 Aralık 2005 günündeki ortam veya oy dağılımı bulunamayacak, Türkiye’nin AB‘ye katılım süreci büyük olasılıkla bitecektir.

Böyle bir senaryo, Türkiye’deki ulusalcı çevrelerin ve MHP ile CHP’nin belki işine gelebilir, ancak ortaya çıkacak olan ekonomik ve politik depremi bu ülkenin kaldırması hiç kolay olmayacaktır.

Şimdiden hazırlıklı olmakta yarar var.

Bu ülkeyi biraz seviyorsak, tartışmaları başka bir platforma taşımalı ve çözüm aramalıyız. Avrupa çapasını böylesine hoyratça koparmaya hiçbirimizin hakkı yoktur.

Rauf Tamer / Bugün

Ne fark eder?

Koskoca 301’i getirdik, buraya kilitledik.

Halbuki kanun maddesi neyi engelleyebilir? Biz hergün sabahtan akşama kadar Türklüğe zaten hakaret etmekteyiz.

***

İşte... Barış Elçisi İtalyan’ı öldüren o herif, Türklüğe en büyük hakareti etmiştir.

Hakaret dediğiniz nedir ki?

30 bin Kürt, 1 milyon Ermeni öldürdüğümüzü söylemek, bizi bundan daha fazla rezil etmez ki...

Hrant Dink’i katlederek de rezil olmadık mı?

Rahip’e sıkılan kurşun da şöhretimize şöhret katmadı mı?

Şimdi geriye doğru saymaya başlarsak, taa Papa Suikastı’na kadar varır bu iş.

***

Yâni, Türk Milleti’ne hakaret ille sözlü ve yazılı mı olmalı?

Bıçak, tabanca, bazen top-tüfek, bazen darbe, bazen de tâciz ve tecavüz, aynı işi, hattâ daha alâsını görmüyor mu?

Bizdeki suç işleme özgürlüğü, ifade özgürlüğünü sollayıp geçmiştir.

Dünyadan olumlu puan alabilmek için verdiğimiz yılları, kaç kere 5 dakikada kaybettiğimizi unutmayın.

- Vay, hakaret ha...

Evet, hakaret.

Taşlarla sopalarla girişilen sokak kavgaları ve de dünyaya yansıyan görüntüleri, Türk Milleti’ne en büyük hakaret.

Hâle bakın.

1 Mayıs’ı hâlâ Taksim’de kutlamak için ısrar edenler var. 16.04.08

Sonntag, Januar 20, 2008

Gülay Göktürk / Bugün

Reformlara devam edebilmek için

Son yazımda, gelinen noktada türban yasağının çözümünün bu saflaşmanın "yasakçılarla başörtülüler" saflaşması olmaktan çıkıp "yasakçılar ve özgürlükçüler" saflaşması haline gelebilmesinden geçtiğini yazmıştım.

Ak Parti'yi yasakçılarla baş başa bırakmamak, onun bu haklı mücadelesinde yanında yer almak kendine demokrat diyen, özgürlükçü diyen herkesin, her kuruluşun görevidir demiştim. Böylesi bir özgürlük cephesinin oluşması, türban sorununun çözümü açısından belirleyici öneme sahiptir.
Ama sadece bu da değil... Türban sorununun çözümü Ak Parti'nin reformlara devam edebilmesi açısından da hayati önem taşıyor. Evet, türban yasağının kalkması, bir haksızlığın son bulmasının ötesinde bir önem taşıyor bugün.

Ve bu hayati önemi, özellikle AK Partili olmayıp da Türkiye'nin Avrupa yürüyüşüne önem verenlerin; Kürt sorununda adım atılmasını, Alevi açılımının ilerlemesini, sivil anayasa yapılması sürecinin başarıyla tamamlanmasını isteyenlerin iyi anlamaları gerekiyor. Şimdi, "reformlarla türbanın ne ilgisi var" diyenlere, bu ilgiyi elimden geldiğince açık bir şekilde anlatmaya çalışayım:

İktidara gelişinden bu yana dindar kesimlerin talepleriyle ilgili en küçük bir ilerleme sağlayamaması, Ak Parti'nin geniş muhafazakâr tabanında giderek hoşnutsuzluğa yol açıyor. Öte yandan, hepimiz biliyoruz ki, Ak Parti tabanında güçlü bir milliyetçi damar var ve 301 gibi, Kıbrıs konusu gibi, eve dönüş projeleri gibi milli duyarlılıkların yüksek olduğu noktalarda gündeme gelen talepler, bu milliyetçi dalgayı kabartıyor, içe kapalılık eğilimlerini ve Batı düşmanlığını körüklüyor, dolayısıyla hükümetin sıkışmasına yol açıyor.Kürt meselesinde ya da Alevilik konusunda açılım yapmaya çalışan iktidar, sık sık bu tabanın "Sen daha bizim en haklı talebimizi karşılayamadın; türban yasağını kaldıramadın, katsayı sorununu çözemedin, ama Kürtler'in ya da Alevilerin yasaklarını kaldırmaya uğraşıyorsun" sitemleriyle karşılaşıyor.

İşte bu koşullar altında, Erdoğan'ın beklediğimiz reformları kararlılıkla devam edebilmek için güce ihtiyacı var. Elbette ki demokratik kamuoyunun desteği önemlidir; elbette ki uluslararası destek hayatidir. Ama, demokratik bir parti için, dayandığı temel kitlelerden gelen desteğin yerini hiçbiri tutmaz.Eğer Ak Parti, bu dönemde türban yasağı konusunda olumlu bir gelişme sağlayabilirse, bu, Parti'nin kitle tabanında ciddi bir güçlenmeye yol açabilir. Artık AB sürecinden umudunu kesmek üzere olan muhafazakâr kitlelerde yeni bir umut yaratabilir. Kitle tabanı açısından böyle bir güçlenme, Ak Parti'ye reformlarda daha atak davranma imkanı sağlayabilir.Bugün Türkiye'de Ak Partili olmayan, merkezde yer alan ama hükümetin attığı adımları olumlu bulan geniş bir kesim, TÜSİAD gibi çok önemli ağırlığı olan sivil toplum kuruluşları ve önemli isimler var. Bu kesimler, Ak Parti'nin Avrupa yolunda attığı adımları hararetle destekliyor, demokratikleşme ve özgürleşme hamlelerine alkış tutuyor; ama türban yasağının kalkması gibi demokratik açılımlar konusunda susuyorlar. Bir kısmı bu meseleyi kendi sorunu olarak görmediği için ilgisiz davranıyor.

Bir kısmı ise bilinçli olarak susuyor. Çünkü ne yasakçı olmayı kendine yedirebiliyor; ne de tesettür hakkını savunmak gibi "muhafazakâr bir pozisyona düşmeyi" kendine yakıştırabiliyor! Ama bu kesimler artık görmek zorunda ki, Erdoğan'ı kendi tabanı karşısında rahatlatmak, muhafazakar tabanın zaten hakkı olan özgürlüklerin verilmesinde Ak Parti'nin yanında yer almak; susmakla yetinmeyip haklının hakkını teslim etmek, Türkiye'de reformların sürmesi açısından son derece hayati öneme sahip.Türkiye'nin AB güzergahından çıkmasından korkan ilerici, demokrat kişi ve kuruluşların başörtüsü konusundaki psikolojik takıntılarından kurtulmaları için vakit geldi de geçiyor bile.