Makalelerin iceriginden, editörlügümüz veya dernegimiz sorumlu degildir.

Mittwoch, Mai 16, 2007

Mehmet Barlas / Haber X


AKP'nin işi neden zor ?

Açıkçası kimse 'İktidar olmak istiyoruz' demiyor bu cephede. Sadece 'Rejimi kurtaracağız' diyorlar. Başbakan Erdoğan da, bu karmaşık durumdan ötürü şaşkın, AK Parti grup toplantısında olduğu gibi, cevabını alamayacağı soruları soruyor kendi kendine. Başbakan Erdoğan'ın da, AK Parti'nin de işi çok zor. Çünkü 22 Temmuz seçimlerine dönük kampanyada muhalefet, Türkiye'nin bundan sonra gelişmesini ve kalkınmasını nasıl sürdüreceğini tartışmaya niyetli değil. Özellikle CHP, seçimi "Rejim" üzerindeki bir referandum gibi sunmayı amaçlıyor. Bu tutumun doğal sonucu, "Kamplaşma"dır.

Tabii ki bu kamplaşmanın taraflarının durumu da karışık. Örneğin DYP ile ANAP'ın birleşmeleri de, "Rejimi AK Parti'den kurtarmak" temasında gelişti. Yani onlar da AK Parti karşısındaki cephede bulunmak durumundalar. Ama acaba bu ikili yapı, CHP ile laiklik yarışında kendilerini nerede bulacaklar? Veya CHP'nin içine almak istediği DSP, bu cepheleşmeyi "Rejimi korumak" içeriğinden çok, "Daha çok milletvekili çıkartıp, sonra kendine dönmek" biçiminde algılıyor. Açıkçası kimse "İktidar olmak istiyoruz" demiyor bu cephede. Sadece "Rejimi kurtaracağız" diyorlar.

Başbakan Erdoğan da, bu karmaşık durumdan ötürü şaşkın, AK Parti grup toplantısında olduğu gibi, cevabını alamayacağı soruları soruyor kendi kendine:

-Sorsalar neyi soracaklar?
-Paradan altı sıfır attınız mı diyecekler?
-Enflasyonu niye düşürdünüz mü diyecekler?
-Bu ülkeyi niye bu kadar büyüttünüz mü diyecekler?
-Ülkenin itibarını içte dışta artırdınız mı diyecekler?
-Programları ile ne anlatacaklar millete?
Hiç bir şey..

Devamlı halkla kavga halindeler. Kendilerini halkın üstünde bir karar mercii olarak görmekten başka dertleri yok onların. Onların kendi gündemleri var. Onların gündemlerinde kavga ve polemikten başka bir şey yok..

Montag, Februar 26, 2007

Engin Ardic / Aksam

Ne değişebilir ?

Durumlarının umutsuz olduğunu bile bile 'spekülasyon' yapan arkadaşlar var basında...Yani, patron onları kapının önüne koyacak değil tabii de, tuttukları parti seçimi kazanamayacak. Bunu biliyorlar.Bütün göstergeler, iktidar partisinin 'açık ara' önde gittiği ve eski oy oranını ya da eski koltuk sayısını tutturamasa bile gene kazanacağı yönünde. Ama onlar hiç olmazsa bir 'koalisyon' lafını gündemde tutmak istiyorlar. Olmayacağını bile bile.

CHP-MHP koalisyonu... Olmadı, CHP-DYP koalisyonu... İyice uçanlar için üçlü 'kombinasyon', CHP-MHP-DYP... Çok şükür buna seçim barajını geçmeleri mümkün olmayan küçük partileri katan yok, bu kadar sersemlik Türk basınında bile mümkün değil.

Yani, ulusalcı cephe! Sağcı ulusalcı oyunu MHP'ye, solcu ulusalcı CHP'ye versin (yok, Mehmet Ağar'a vermesin, çünkü o Kürt meselesinde fazla ileri geri konuşuyor), yeter ki şu AKP başımızdan gitsin!

Tabii bundan otuz yıl önce Demirel'in 'milliyetçi cephe' koalisyonuna her türlü hakareti edenler, onu 'mece' diye aşağılayanlar, şimdi bir 'ulusalcı cephe' istemekten utanmıyorlar. 'Öztürkçe' yazınca yemeğin üstüne 'sol salçası' dökülmüş gibi mi geliyor onlara?

Bu arkadaşlar bu eşekliği niçin ediyorlar?

Kimisinin aklı başka konulara ermediğinden. Kimisi, gazetesinin ya da televizyonunun özel müşteri kitlesine 'servis verme' gayretinden. Kimisi iyice dibe vurmuş ve çıkma umudu da kalmamış bulunduğundan. Kimisi yeni bir yönetimden avanta beklediğinden (çünkü şimdikinden kesik)... Kimi hanım düpedüz manyak olduğundan. Kimi bey de, İngilizce'de 'wishful thinking' denilen, gönülden geçeni gerçek sanma hastalığından.

Duruşmaya girmiş avukat ağzı yapıp biz de soralım: 'Bir an için' bu koalisyonun gerçekleştiğini, AKP'nin iktidardan düştüğünü varsayalım. Deniz Baykal başbakan olsun, Devlet Bahçeli ve Mehmet Ağar da başbakan yardımcıları...
Nasıl bir 'ulusalcılık' yapacaklardır bu adamlar?Kerkük'e mi gireceklerdir? PKK'yı mı yokedeceklerdir? Apo'yu mu asacaklardır?Yoksa 'Kıbrıs'ta iki devletli çözümü' sonunda ele güne, dosta düşmana çatır çatır kabul mu ettireceklerdir? Otuz üç yıldır gelmiş gitmiş hiçkimsenin, hiçbir yönetimin başaramadığı işi hangi güçle, hangi parmak ısırtıcı hamleyle bitireceklerdir?

Yoksa Irak'ın bölünmemesi gerektiğine, yılbaşından sonra yeni gelecek Amerikan başkanını ikna mı edeceklerdir? Amerika'yı İran'a saldırmaktan vaz mı geçireceklerdir?Acaba Avrupa Birliği'ne girmekten namusumuzla ve kesinlikle vazgeçtiğimizi mi açıklayacaklardır?'İçeride' ne yapacaklardır peki?Misli görülmemiş ve memlekette işsiz bırakmayacak yatırım ve kalkınma hamlesi gibi boş lafları bırakalım...

'İnsanları sevgiye yöneltmek' gibi saftırık sosyaldemokrat safsatalarını da bırakalım. Gerçekte ne yapacaklardır?Yabancı sermayeyi mi kovalayacaklardır, ya da korkutup kaçıracaklardır? Satılmış KİT'leri geri mi alacaklardır? Türkiye'den yetmiş milyar doların bir anda gitmesi, 'depremci esnafının' para kazanmak için dillere pelesenk ettiği şu muhayyel İstanbul depreminden bile daha büyük bir deprem ve yıkım yaratır.

Kambiyo rejimini mi değiştireceklerdir, 'Özal öncesine' geri dönüp? Döviz büfelerini mi kapatacaklardır? Kredi kartlarının yurtdışında kullanımını mı yasaklayacaklardır? Yurt dışına çıkışları mı gene eskisi gibi sınırlayacaklardır?Bunların hiçbirini isteseler de yapamazlar, diyeceksiniz, çünkü dünya çok değişti...

Eee peki nasıl bir 'ulusalcılık edecekler' bunlar yahu?Hiçbir şey edemeyeceklerini amigoları da biliyorlar da, maksat spekülasyon olsun, köşe dolsun. Aybaşında maaş gelsin.

En fazla, devlet dairelerinden AKP kadrolarını kovalayıp üniversitelere de başı bağlı kız sokmazlar (bugün de giremiyor), onun da ulusla budunla ne ilgisi var?

Freitag, Februar 23, 2007

M.Ali Birant / Hürriyet

Türkiye’de garip şeyler oluyor (!)

Ülkemizde işlerin kötü gittiğini, örneğin, ekonominin battığını, vatanın elden gittiğini, şeriatın geldiğini söylediğinizde alkış alıyorsunuz. İşlerin o kadar da kötü gitmediğine dikkat çektiğiniz anda, kötü kişi oluyorsunuz. Oysa, ne yapalım ki, işler hakikaten o kadar da kötü gitmiyor. Ne yapacağız şimdi ?
Bu yazının altından nasıl çıkacağımı bilemiyorum.

Yazarlık hayatımı tehlikeye attığımın da farkındayım.

Karşı karşıya kalacağım tepkiler, beni şimdiden düşündürüyor.

Nasıl olmasın ki…

Eğer yazı yazanlardan biriyseniz, fazla seçeneğiniz yoktur. Alkış alabilmek için mutlaka iktidarı kötülemeniz gerekiyor.

Her şeyin başında ekonominin batma noktasına geldiğini sık sık işlemek gerekiyor.Krizin kapı eşiğinde bulunduğunu ve bugün olmasa dahi, yarın çöküntünün başlayacağını söylemelisiniz.

Hemen ardından da, bu iktidarın devlete ait malları sattığını, bilinçli ödünler vererek ülkeyi bölme noktasına getirdiğini, topraklarımızın Avrupa Birliği tarafından parsellenerek satın alınacağını da özellikle vurgulamak, alkışların artmasına neden oluyor.

Eğer omuzlarda taşınmak istiyorsanız, laik sistemin çökme noktasına geldiğini ve şeriat kadrolarının bürokrasiyi teslim aldığını, tek ümidin Silahlı Kuvvetlerin müdahalesine kaldığını yazmalısınız.

Kazara, işlerin çok parlak olmasa dahi, o kadar da felaket olmadığını yazarsanız, eyvahlar olsun. Ne İktidar yalakalığınız kalır, ne satılmışlığınız.

İşte bugün ben tehlikeli sularda yüzeceğim.

TAV’ın hisselerine gösterilen olağanüstü rağbet, doğrusu beni şaşırttı. Özellikle yabancıların hisse alımı için hücum etmesi ne anlama geliyor ?

Eğer bir ülkenin ekonomisi kötüyse, kriz kapının eşiğindeyse, siz gidip, ne kadar başarılı olursa olsun, o ülkeye ait şirketlerden birinin hisselerini alır mısınız ? İki defa düşünmez misiniz?

Türk ekonomisinin felaket bir noktada bulunduğunu söylemek insafsızlıktır. Belki dünyanın en pırlanta ekonomisinden söz etmiyoruz, ancak krizin eli kulağındaki bir ekonomiden de söz etmiyoruz. Özellikle dışardan bakıldığında, Türk ekonomisi sağlıklı görünüyor. Bizler ne dersek diyelim, yabancılar Türkiye’nin 2007 yılında krizlerle sarsılacağı söylentilerine kulak asmıyorlar.

Piyasalara bakın ve 2007‘nin fırsatlar yılı olacağının hikayeleri duyacaksınız. Hele Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığına aday olmaması durumunda, borsanın 48 binlere taşınacağının beklentisi giderek yaygınlaşıyor.

Karamsar ekonomistler kusuruma bakmasınlar, ancak bu ülke batma noktasında değil…

* * *

5 YIL OLDU, NEDEN HALA 1 İNCİ PARTİ ?

Anlayamadığım diğer bir konu da, şu Ak Parti’nin 5 yıldır iktidarda bulunmasına rağmen, nasıl oluyor da hala anketlerde birinci parti çıkabildiği ile ilgili.

Medyanın ne kadar iktidar alkışçılığı yaptığı iddiaları doğru olsa bile…Halkın AK Parti’nin gerçek yüzünü bir türlü anlayamadığı söylentilerinin doğruluk oranı çok yüksekler de bulunsa dahi, yine de inandırıcı bir yanıt değil.

Türk toplumu, Devlete ait malların haraç mezat satışından çok mu memnun oluyor ? Veya Avrupa Birliği’ne ilişkin reform yasaları yüzünden AK Parti’ye mi koşuyor ?

Anlayamadım gitti…

AK Parti kadrolarının döküldüğünü de hepimiz biliyoruz. Hatta, önümüzdeki seçimler için kadrolarında önemli değişikliklere gitmek istedikleri de duyuluyor.

Peki neden ?

Doğal olarak 5 yıllık bir iktidar ciddi şekilde yıpranır. Beklentileri karşılayamadığından dolayı, erime sürecine girer.

Oysa Ak Parti, hala birinci parti konumunda görünüyor.

Demek ki bir şeyler oluyor.

Demek ki, toplumun bazı ihtiyaçlarını iyi tespit edebilmişler ve gereğini yapmışlar.

Tabii buna bir de, muhalefetsizliği eklememiz gerekiyor.
Türkiye’de muhalefet öylesine cılız ki, bu görevin bir bölümünü kimi TV kanalları yerine getirmeye çalışıyor. Kimi gazeteler veya yazarlar, adeta birer muhalefet sözcüsü gibi davranıyorlar. Türk Silahlı Kuvvetleri dahi, önemli bölümü sivil muhalefetin eksikliğinden kaynaklanan nedenlerle, birçok konuda yüksek sesle muhalefet yapıyor.

AK Parti çok şanslı bir ekonomik konjonktür yakaladı. Ayrıca, Türk toplumunun istikrarlı ve kavgasız bir iktidar beklentisini de iyi karşıladı. İşte bundan dolayı 5 inci yılına rağmen hala gerektiği oranda yıpranmadı.

Darısı gelecek iktidarların başına…

Samstag, Februar 17, 2007

Resul Tosun / Yeni Safak

İhkak-ı hak

Reyting rekorları kıran Kurtlar Vadisi dizisinin yeni versiyonunun birinci bölümünü seyrettim.
Verilen mesajlar gerçekten ürkütücü mesajlardı.

Devletin güvenlik güçleri ülkenin ve halkın güvenliğini temin edemiyor. Öte yandan hukuk müessesesi adaleti tesis edemiyor. Bunu gören kimi vatanperver insanlar hem güvenliği hem de adaleti temin ve tesis etmek için durumdan vazife çıkarıyorlar.
Dahası güvenliğinin temin edilmediğine ve adaletin tesis edilmediğine inanan mağdurlar da bu birilerini devlet yerine koyuyor ve de onları kurtarıcı gibi görüyor.

Bu mesaj halkın devletine ve hukuk müesseselerine güvenlerini zayıflatan ve farklı arayışlara sevk eden korkunç bir mesaj. Bu mesaj kendinde güç vehmeden herkesi durumdan vazife çıkarmaya sevk ve tahrik eden bir mesajdır.
Eskiler buna ihkak-ı hak derlerdi. Devlet senin hakkını koruyamıyorsa ve alamıyorsa sen korursun ve sen alırsın.
Tam da derin devlet tartışmalarının ayyuka çıktığı bir dönemde böyle bir dizinin başlamış olması anlamlıdır.

Anlamlıdır, çünkü tabii olan güvenliği devletin güvenlik birimlerinin, adaleti de hukuk müessesesinin temin etmesidir. Güvenlik güçleri içinde de hukuk müessesesi içinde yer yer görev ihmalleri ya da suistimalleri görülebilir. Bu durumda yapılması gereken ihkak-ı hakka yönelmek değil bu müesseseleri temizlemek ve onlara olan güveni yeniden tesis etmek ve güçlendirmektir.
Güvenlik güçlerimiz kendilerini zaafa uğratan unsurlardan süratle arınmalı ve aralarındaki güvensizliği giderecek uygulamaları kendileri talep etmelidirler. İç güvenliğin iki başlılığı ve görünmez rekabetleri ortadan kaldırılmalı, tevhid-i zabıta süratle tahakkuk etmeli ve vatandaşımız güvenliği konusunda tatmin olmalıdır.

Vatandaş güvenliğinden emin olmalı, güvenlik güçlerine güvenmeli ve ihkak-ı hak yolunun yanlış olduğunu bilinç altına yerleştirmeli. Daha doğrusu bu bilinci yerleştirmeliyiz. Devlet olarak yerleştirmeliyiz. Sivil toplum örgütleri olarak yerleştirmeliyiz. Kitle iletişim araçları, radyo, tv, gazete ve diğer yayın organları bu bilincin yerleşmesine yardımcı olmalıdır.
Aksi halde Kurtlar Vadisi ve benzeri diziler, ölmek ve öldürmek üzere yemin eden sıra dışı yapılanmaları tahrik eder. Bunun sonucu ise anarşinin, kaosun ve terörün ta kendisidir.
İşte bunun için ben Kurtlar Vadisi gibi yasadışı güç kullanımını teşvik eden dizileri ve yapımları son derece zararlı buluyorum.

Geçen sene yine yazmıştım yapılan filmlerin ve dizilerin bilinç altına olumlu mesajlar yerleştiren türden olmasını savunmuştum. Bu sene sevinerek gördüm ki yapımcılarımız bu istikamette de son derece başarılı prodüksiyonlara imza atmışlar.
Mesela Kanal D'de yayınlanan "Arka Sokaklar" isimli dizi, Kurtlar Vadisi'ndeki gibi adam öldürenlerin ve suç işleyenlerin kahraman olduğu bir dizi değil. Aksine adam öldüren ya da suç işleyen her kim olursa olsun, hangi şekilde cinayet işlerse işlesin devletin güvenlik güçlerinden kurtulamayacağı ve eninde sonunda güvenlik güçlerinin onları yakalayacağı mesajını veriyor. Ve her gün karalanarak adeta potansiyel suç örgütü gibi lanse edilen polisimizi hem suçluların üzerine cesaretle giden başarılı bir teşkilat olduğu hem de onların bizler gibi sevinçli ve hüzünlü anlarının olduğunu gösteren ve onları sevdiren bir dizi.

Dizinin hem senaryosunun hem de de rol alan sanatçılarımızın fevkalade başarılı olduklarının altını çizmek gerekir.

Kurtlar Vadisi'nin verdiği mesaj askere polise güvenme kendi hakkını kendin ara vatanını korumak için durumdan vazife çıkar mesajı iken, Arka Sokaklar dizisinin verdiği mesaj, sakın suç işlemeyin devletin polisinden kaçamazsınız mesajıdır.
Ben Arka Sokaklar dizisinden yanayım.

Dizilerin sansür yoluyla yasaklanmasından ziyade yapımcıların ülkedeki güvenliği ve huzuru düşünmelerini tercih ederim. Bu vesileyle ihkak-ı hakkı ve şiddeti özendiren diğer film ve dizilerin de ülkeye hizmet etmediklerinin altını bilhassa çizmek isterim.

Serdar Turgut / Aksam

Aydının 28 Şubat’ı

Kurtlar Vadisi dizisi yasaklandı. İş lafa gelince anti yasakçı ve sansürcü olan aydınlardan çıt bile çıkmıyor. 12 Eylül dönemini solcular cephesinden anlatan bir dizinin yayını yasaklansaydı neler olabileceğini düşünebiliyor musunuz; ortalığı yerinden oynatırlardı.

Türkiye’de kendisine ‘aydın, entelektüel’ diyen insanların çoğunun ne kadar da ikiyüzlü ve korkak olduğunu biliyorum ama yeni bir gelişme olduğunda her defasında onların çapsızlığına tekrar şaşırmaktan kendimi alamıyorum.

Bizde aydınlar güya yasakçı zihniyete, sansüre karşıdırlar. Her defasında bunu ifade ederler. Ama sadece kendi inandıklarına, destek verdiklerine yasak ve sansür geldiğinde tavır almayı uygun buluyor bu beyler ve hanımlar. Temelde bu ‘başkalarına ne olursa olsun aman bana dokunmasınlar tavrıdır’ ve Almanya’da Nazizmin yükselip iktidara gelebilmesine imkan sağlayan en önemli etkenlerden birisidir bu tavır.

Şimdi Kurtlar Vadisi dizisi yasaklandı. İş lafa gelince anti yasakçı ve sansürcü olan aydınlardan çıt bile çıkmıyor. 12 Eylül dönemini solcular cephesinden anlatan bir dizinin yayını yasaklansaydı neler olabileceğini düşünebiliyor musunuz; ortalığı yerinden oynatırlardı. Bu ikiyüzlülük aslında bir insanın aydın ve entelektüel sayılmaması için yetip de artması gereken bir nedendir. Ama Türkiye’de insanlar kendi tavırlarının sorumluluğunu üstlenmezler. Kimse de onlardan hesap sormaz. Böylece kimsede utanma filan kalmaz ve ‘aydın’ diye bilinen insanlar ülke problemleri üzerinde fikir bildirmeye devam edebilirler. Utanmazlar, sıkılmazlar...

Yani şunu da söyleyeyim; Kurtlar Vadisi’nin yasaklanmasına illa da karşı olması gerekmez bir aydının. Ama bu sefer de dizinin yayından kaldırılmasına neden destek verdiğini anlatması gerekir. Bunu da yapamazlar; çünkü kendileri hakkında kurdukları efsane de böyle davranmalarına engeldir. O efsaneyi birçok insan yiyebilir ama ben yemem. Çünkü ben bu insanları tanıyorum. Nasıl düşündüklerini, nasıl yalanlar söylediklerini, yaşamlarıyla teorik düşüncelerinin nasıl da çeliştiğini çok iyi bilirim.

İkiyüzlü tavrını sergilemekte olan sol liberal çevreler, iş lafa geldiğinde halk değerlerine ve halka çok önem vediklerini, saygı duyduklarını söylerler. Ancak bu laflara rağmen sol liberal çevreler halktan hiç de hoşlanmazlar. Halkın tercihlerini küçük görürler. Bu hislerini açıklıkla ifade eden benim gibi insanları ne kadar da kınadıklarını anlatıp, yazarlar. Sonra da halkın görmek istediği bir dizi kaldırılınca, kimse halkın tercihlerinden söz etmeyi aklına getirmez. Onlar için halk, ancak sol fikirlere açık olduğu ölçüde sevilebilecek bir şeydir. Ama Türkiye’de halk hiçbir zaman onların istediği kıvama gelemez. Hiçbir zaman sola sempati duymaz. Bu nedenle aydınlar, halk hakkında bazı mitler, efsaneler yaratır ve kendi dediklerine kendilerini inandırırlar.

Açıkça söyleyeyim; ben halkın tercihlerine hiçbir zaman saygılı olmadım, önemsemedim halkı. Bu yüzden de kendimi onların sevdiklerini sevmek zorunda hissetmedim hiçbir zaman. Kurtlar Vadisi’nden de kaçınmaya çalıştım uzun süredir. Bu hayli güç oldu ama en azından uğraştım bunun için. Ama şimdi benim beğenime uymasa da bir dizinin sansürlenmesine tüm gücümle karşı çıkmayı görev sayıyorum. Bu tavrımın ‘aydın’a asıl yakışan tavır olduğunu düşünüyorum. Üstelik ben kendimi ‘aydın’ da saymıyorum. Sadece sorunlar üzerinde düşünmeye çalışan bir insanım ben o kadar. İşine geldiği zaman halk yalakası kesilen ‘Türk aydını’ndan sadece utanıyorum bugünlerde, o kadar...


Sonntag, Februar 04, 2007

Rauf Tamer / Hürriyet

Pazar notları

Ayı’na yıldızına kurban dediğimiz Türk Bayrağı, 100 bin kişilik cenazeye sokulamadı ama gitti bir katil’e poster oldu.

Bize de yine utanmak düştü.

Evet utanmak...
Hrant Dink vurulduğunda, vücudumu saran ilk duygu:
- Mahçubiyet.
Elbet başka duygular da düştü yüreğime ama en baskın olanı mahçubiyet.
Sonra? İşte o Bayrak’lı poster var ya, vallahi ikinci mahçubiyet dalgası olarak çarptı yüzüme.


Klasik sorudur:
Bu cinayet kime yarar getirir?
Hep öyle derler.
Lânet olsun.
Ben kime yarar’dan ziyade kime zarar getirir’in peşindeyim.
Kime zarar getirir?
Esasen “zarar”dan kasıt nedir kuzum?
Siyasi, ticari, coğrafi, tarihi... bütün unsurlar hele şöyle dursun, işin insani tarafı, asıl kimi yıkmıştır?
Söyler misiniz?
Dünyada mahçubiyetten daha büyük bir zarar var mıdır?
Telâfisi nedir?


Haberiniz olsun. Apronda deve kestiren zat, niye görevden alındığını hâlâ anlayamıyormuş.
Eminim ki posterdeki güvenlikçiler de görevden niye alındıklarını anlayamamışlardır.
Çünkü onlar iyi bir iş yaptıklarını zannettiler.
Türkler buna akılsız dost derler.
Ermeni bestekâr Bimen Şen ise, Kürdili Hicazkâr’dan seslenir:
Koparan sinemi ağyar elidir / Dost elinden yüreğim yârelidir.
Aynen öyledir.

Samstag, Januar 20, 2007

Hakan Albayrak / Yeni Safak

Hrant'ı vurdular içim yanıyor...


Doğu Konferası'ndan arkadaşım, Ortadoğu yollarından yoldaşım Hrant Dink katledildi. Ne diyeceğimi bilemiyorum.
İçim yanıyor.
Ermeni'ydi. Bu ülkenin çocuğuydu. Bu ülkeye bağlıydı.


1915'i elbette büyük bir acıyla anmakla beraber, o acıya asla yenik düşmedi; 1915 kâbusunun Ermenileri ve Türkleri esir almasına gönlü asla razı olmadı; o kâbusun aşılması ve bu ülkenin rahatlaması için elinden gelen her şeyi yaptı. Ne söylediyse, ne yazdıysa bu ülkenin selameti için söyledi ve yazdı.

Ermeni diasporasını soykırım vurgusundan ve Türkiye'yi köşeye sıkıştırma siyasetinden vazgeçip Türkiye'nin dostluğunu kazanmak için gayret sarf etmeye çağırmaktan dilinde tüy bitti. Ermeni'nin Türk'süz yapamayacağını, Türk düşmanlığının hem Türkiye Ermenilerini hem de Ermenistan'ı güç durumda bıraktığını bıkmadan, usanmadan haykırıp durdu.

Kürtleri de 'Türklerle yollarınızı ayırmayı aklınızın ucundan bile geçirmeyin!' diye uyardı.

Buna rağmen “Türk düşmanı” diye hedef gösterdiler onu. Yüce Rabbim, aklımı koru; Türk düşmanlığı ile canla başla mücadele ettiği halde “Türk düşmanı” diye hedef gösterdiler onu..

Ermeni diasporasını Türklerle didişmekten vazgeçmeye çağırdığı bir yazısını –inanamıyorum, gerçekten böyle bir yazısını– “Türk düşmanlığına” kanıt olarak göstererek hedef gösterdiler onu. Şimdi kına yaksın provokatörler. Hrant Dink'in yargılandığı mahkemede linç şovları yapan faşistler kına yaksın. Hedef vuruldu. Hrant Dink öldü.

İki yıl önce Doğu Konferansı heyeti olarak Ermenistan'a gitmiştik. Erivan Üniversitesi'nde Ermeni aydınlarıyla bir toplantı yapmıştık..

Toplantı esnasında bir delikanlı ayağa kalkıp “1915'te öldürülen masum Ermenilerin anısına bir dakikalık saygı duruşu” çağrısında bulunmuştu Hrant Dink öfkelenip “Ermeni, Türk, bütün masumlar için saygı duruşu!” demişti…

Ermeni, Türk; hepimiz onu saygıyla anmalıyız.
Ermeni, Türk; hepimizin başı sağolsun.

Samstag, Januar 13, 2007

Erdogan Aktas / Internet Haber

‘Gerçekçi’ bir AK Parti tahlili

Önyargıları ve düşünmeden yapılacak eleştirileri hemen yanıtlamak için peşinen şunu söyleyeyim ki, okuyacağınız yazı, AK Parti’ye destek veya bir AK Parti eleştirisi değildir. Sadece bir durum tespitidir ki; nedense insanlar bunu görmüyor ya da görmezden geliyor.

Gelin bundan 16 yıl öncesine gidelim. 1991 yılında yapılan ara seçimlerden, dönemin Refah Partisi büyük başarıyla çıkmıştı. Neticede, sadece birkaç ilçenin, yerel yöneticileriydi seçilen ve gerektiği kadar önemsenmedi. Belki politik küçümseme, dudak büzme. Bunu bir ‘tepki’ gibi algılayıp yok sayma. Ya da taktik.

Peki daha sonra ne oldu? Hemen söyleyeyim, önce İstanbul ve diğer büyük şehirler, ardından önemli iller ve ilçelerin bir çoğu, yerel seçimlerde Refah Partisi’ne geçti. Ve sonraki, daha sonraki seçimlerde de. Demem odur ki, bugünkü AK Parti’yi anlamak için, geçtiği süreci, seçim sonuçlarını ve takip eden seçimleri iyi değerlendirmek gerekir. Özellikle de yerel seçimleri.

Yerel yönetimler siyasi açısından olduğu kadar, seçmene, insana dokunabilme özelliği ile çok önemlidir. Eğer bir parti ya da bir kişi, yerel yönetici olarak seçiliyor ve ardından takip eden yıllarda da halkın oyunu almaya devam ediyorsa, bu noktayı iki defa düşünmek gerekir.

Özal’ın ANAP’ını bitiren yerel yönetimler olmuştur, tabii SHP-CHP’yi de. Peki bu zamana kadar AK Parti (RP, FP ve SP dönemlerini de dahil ederek) aldığı belediyelerden (birkaç istisna dışında) hangisini kaybetti takip eden seçimlerde. Tabi ki bazı ilçeler örnek olabilir. Ama İstanbul, Ankara, Bursa gibi kentlere bakarak yanıtını arayalım.

İstanbul Kağıthane’de kazanan bir belediye başkanı, parti adı değişse bile, aynı siyasi orijinine sadık kalarak, seçmene ulaşmayı hep başardı. Bakırköy’ü düşünsenize bir. Eski Bakırköy bölündü ve içinden kaç ilçe çıktı. Bunlardan kaçı şu an AK Parti yönetiminde değil?

AK Parti’nin büyümesini ve neticede ortaya çıkan sonucu, yani bugünkü tek parti iktidarını değerlendirirken, gelişim sürecini göz ardı etmemek gerekir. AK Parti’yi yerel seçimde iktidarda tutan anlayışı da iyi tahlil etmeli.
Tam tersi örnekler de verebiliriz tabi. Kadıköy ve Şişli’de de aynı partinin adayları yıllardır seçilme başarısını gösteriyor. CHP ne sonuç alırsa alsın, Kadıköy’deki kitle Belediye Başkanı’nın arkasında duruyor. Bunun bir nedeni olmalı değil mi?

Tıpkı RP, FP ve SP gibi, AK Parti de gökten zembille inmedi Türkiye’ye. Yapısı ve seçmen kitlesi nedeniyle taşralı ve Anadolulu olarak nitelenen AK Parti’nin, özellikle büyük şehirlerdeki oy oranı ve yerel yönetimleri taşımasındaki beceriyi neye bağlamak gerekir?

Sadece irtica tartışmalarının, sadece başörtü-türban ifadelerinin yer aldığı bir eleştiri biçimi, AK Parti’nin başarısızlığını değil, onu eleştiren siyasi yapının ideolojik kısırlığını ve tahlil beceriksizliğini ortaya koyar.

“Değişti-değişmedi” tartışmaları bile yanlış bir üslupla yürütüldü, hem AK Parti için, hem de Recep Tayyip Erdoğan için. Bir dönem elini öptükleri liderlerine-abilerine karşı çıkıp, parti içinde rakip olmak bile başlı başına bir değişim değil miydi? Başkalarının anladığı değişim ile siyasal İslam orijinli bir partinin ve onun tabanının anladığı değişim aynı değil. Sonuç mu?

Kimine göre başarı, kimine göre değil. Kimine göre kötü şehircilik örneği, kimine göre bedava dağıtılan kömür. Kimine göre İslami yapılanma, kimine göre artık rüşvetsiz iş yaptırma. Öyle ya da böyle. Sonuç ortada.

Mittwoch, Januar 03, 2007

Hadi Özisik / Star

Ağar, doğru yolu bulmuş ama...

DYP lideri Mehmet Ağar’a bir iyi bir de kötü haberim var.

Önce iyi haber... Aslında iyi haberi Ağar’a verdim. Sizinle de paylaşayım. Güneydoğulu bir milletvekili arkadaşımın şoförüyle konuşuyorum:

-Ağar’a ne diyorsun?

-Vallahi abi, ‘Düz ovada siyaset’ dedi ya, herkes ‘Ağar’ diyor! DYP lideri bu bilgiyi duyduğunda mutlu oldu tabii ki:

-İktidara geliyoruz!

Gelelim kötü habere...

Bayramdan önce Diyarbakır’daydım biliyorsunuz. Bir tek Ağar’ı sormadım Diyarbakırlılar’a. DTP lideri Ahmet Türk’le başladım. Ahmet Bey, kürsüde ben halkın arasındayım:

-İyi konuşuyor.

-He valla.

Bir başka köylü sohbetin tam orta yerinde itiraz ediyor:

-İyi konuştu da ne oldu. Heba oluyor oyumuz.

-Babam biz oyumuzun işe yaramasını istiyoruz.

Birkaç gün sonra Diyarbakır’dan bana misafir gelen bilgili, birikimli bir gençle DTP’nin durumunu konuşuyoruz:

-Ahmet Türk şikayet etti. Halkın kendilerini yalnız bıraktığını söyledi.

-Korkarım ki, DTP belediyeyi kaybedecek Diyarbakır’da.

-Neden?

-Güven sorunu var.

Diyarbakır’dayım tekrar. Diyarbakır’ın köylüsüyle sohbetimiz devam ediyor:

-Ağar da iyi konuşuyor.

-Oy içindir.

-He valla oy içindir.

Ben itiraz ediyorum:

-Yok canım.

Bir başka köylü son noktayı koyuyor:

-Ağar sonunda doğru yolu buldu ama işi çok zor. Kötü haber bu, Ağar gazete manşetlerinde itibar görse de Diyarbakır’da henüz tam manasıyla istediğini alabilmiş değil. Köylü Ağar’ın daha yolun başında olduğunu söylüyor.

İki parti var Güneydoğu’da...

CHP’nin adı hiç geçmiyor.

DTP ve AK Parti.

Köylü DTP konusunda karamsar. İktidar istiyor. Ve biliyor ki DTP iktidarı zor.

O halde... Köylüye soralım yine:

-Tayyip Bey nasıl peki?

-İyidir vallahi.

-Hortumu bitirdi.

Bir çiftçi itiraz ediyor:

-Çiftçi perişan! Öteki ‘doğru!’ diyor...

Bir başkası geçmişi hatırlatıyor:

-Ne çabuk unuttunuz 2001’i...

-Hak var hukuk var babam, bugün halimize şükrediyoruz.

Sözün özü şu: Diyarbakır’da siyaset yapanlar kabak gibi ortada. Siyasetin dışında kalanlar ise, samimi ve dobra...

Gidip görmek, konuşmak paylaşmak gerek. Siz de biliyorsunuz ki, uzaktan gazel okumak çok kolay!


Montag, Januar 01, 2007

Ugur Cilasun / Birgün Gazetesi

Zaman akıp gidiyor

Bütün gençler gibi 18 yaşıma kadar yıllar geçmeyi bilmedi. Ortaokulda.lisede okumaktan bıktım. Büyük hayallerim vardı.Umutlarım da. Sanki o geçmeyi bilmeyen yıllar biterse, ben de hayallerimi yakalayacaktım. Tolstoy gibi, Steinbeck gibi büyük romanlar yazacaktım. Aşklarım olacaktı. Ünlü biri olacaktım. Hayatım kitaplara, filmlere konu olacaktı.

20'li yaşlarıma böyle girdim. 20-40 yaşlarım, hayatın gerçekleri ile yüzleştiğim yıllardı. Büyük beklentiler.büyük hayal kırıklari;büyük umutlar, büyük acılar;ev, çocuklar, şirin mutluluklar. Ve sükunet. Artık kendinden fazla, çocuklar için kurulan hayaller.

Gerçeği kabullenme. Bu olduğundan daha fazlası olamayacağının bilincine varma. Kendinle barışma. Her yeni yılda hayatında yapmayı düşündüğün değişikliklerin sıradanlaşması. Örneğin, sigarayı bırakma, içkiyi azaltma, spor yapma sözleri. Hiç birini tutamama, ertesi yıla devretme.

Evvelki hafta sonu 6o'ımı bitirdim. Kızım aradı, kutladı. "Artık orta yaşlı bir baban var" dedim. Güldü, "şimdi orta yaşsa sonrası ne olacak?" dedi, "üst orta yaş.yukarı orta yaş " dedim. Çok güldü.

Artık hayal kuramıyorum. Kendim ile ilgili beklentilerim bitti galiba. Buna canım sıkılıyor. O zaman Tevfik Fikret'e sığınıyorum:


"Sen zanneder misin ki benim hep elemlerim Heyhat,ben nevaib-i eyyamı inlerim"
(Sanılmasın ki ben kendi acılarımı dile getiri-yorum.Dediklerim, günün dertleridir.)

Öteden beri "toplumcu" bir insandım. Babam benim için "diğergamsın" derdi. Kendi hayallerimi içimde saklı tutardım ama başkalarının hayatlarını iyiye değiştirmek için kurduğum düşleri herkesle paylaşırdım. Bunun için sosyalist oldum. Bunu becerip kendi kendimin kahramanı olmak istiyordum. Bunun için siyaset yaptım. Bazen düşünürüm: "İsveç'li bir doktor olsaydım siyasetle ne işim olurdu?" Mesleğimi yapardım. Belki o zaman roman bile yazabilirdim. Memleket meseleleri beni böyle yoğun ilgilendirmezdi. Hem orada siyasetçileri pek tanımıyorlar ama işlerini iyi yapanları tanıyorlar. Böylece ünlü de olabilirdim.

Zaman akıp gidiyor. Gene de "iyi ki yaşamışım" diyorum. Pablo Neruda aklıma geliyor. "Yaşadığımı İtiraf Ediyorum" diye yazmıştı. Benimki o kadar yüksek sesle yapılabilecek bir itiraf değil ama ben de içimden itiraf ediyorum.

Artık eskisi kadar yüreğim yırtılarak;


"Güzel günler göreceğiz çocuklar.
Güneşli günler göreceğiz" diyemiyorum ama Türkiye'de bile zamanın insanları daha iyiye, daha güzele götürebileceğine dair bir ışık yüreğimin bir yerinde yanmaya devam ediyor.

Bir "yeni yıl yazısı" yazayım dedim, böyle karman-çorman bir yazı oldu. 2007 yılının herkese büyük umutlar, güzel hayaller vermesini diliyorum.
Tüm dostlarımın.arkadaşlarımın, yoldaşlarımın, okurlarımın yeni yılını ve bayramını kutluyor, sağlıklar diliyorum.