Günün Makalesi

Makalelerin iceriginden, editörlügümüz veya dernegimiz sorumlu degildir.

Dienstag, Mai 27, 2008

Mehmet Ali Birand / Hürriyet

Kendimize haksızlık ediyoruz

Öylesine içeriye endekslendik ki, artık gözümüz hiçbirşey görmüyor... Öylesine bir Erdoğan aleyhtarlığı içindeyiz ki, Başbakan’ın Türkiye adına gerçekleştirdiği dış başarıları dahi umursamıyoruz. Başka zaman olsa, yeri göğü inletirdik.

Çok dikkatimi çekti.

Türkiye, iki önemli başarıya imza attı, ancak kimseler oralı olmadı.

En önemlisi, Suriye-İsrail dolaylı görüşmeleriydi. İki geleneksel düşmanı bir araya getiren ve ikisi arasında yeni bir diyalog kurulmasını sağlamaya çalışan Türkiye, uluslararası medyada büyük alkış aldı. Son derece güç bir işi, her iki tarafa güven vererek gerçekleştiren kişi Başbakan idi.

Bu olayı bir başka ülke başarsa, yeri göğü inletirdi. Bizde ise, genel bir sessizlik yaşandı. Önemsiz bir işmiş gibi davranıldı.

Ardından, Lübnan krizinin çözümünde, yine Erdoğan’ın oynadığı rol ve 19 aylık bir ertelemeden sonra, Cumhurbaşkanının seçimi geldi.

Türkiye Başbakanı, bölgenin en sorunlu ülkelerinden biri Cumhurbaşkanını seçerken davetliydi ve Türkiye’nin katkısı övüldü. Bu gelişmelerde, siyasi yönden Erdoğan, teknik yönden de Davutoğlu’nun izleri açıkça görülüyordu.

Yine medyaya bakıyorum.

Tıs çıkmıyor. 1-2 kişi dışında, kimsenin umurunda değil.

Neden kendimize bu kadar haksızlık ediyoruz?

Türkiye bölgesinde, eskiye oranla çok daha etkin, çok daha saygın bir rol oynuyor. Bunun prestiji de, hangi liderden geliyor olursa olsun, hepimize yani Türkiye’ye yansıyor.

İç politik çekişmeler, başarılarımızı bu kadar hoyratça harcamamıza neden olmamalı...



27 Mayıs 2008

Freitag, Mai 23, 2008

Serdar Turgut / Aksam

Açıkça söyleyeyim; yargı çevrelerinin öyle sert bildiriler filan yayınlaması bana utandırıcı geliyor artık.

Çünkü yakışmıyor. Modern olmak iddiasındaki bir ülkede yargı etrafa maço laflarla çatan cümleler etmez diye düşünüyorum ben

Eline her kağıt kalem alan ve alfabeyi sökmüş olan, muhtıra benzeri bildiriler yayınlama âdetinde olduğundan memlekette müthiş bir muhtıra çokluğu veya kirliliği sorunu var.

Ben de bu kirlilik ortamından cesaret alarak kendi ‘s-muhtıramı’ yayınlamaya karar verdim. Özetle; ‘Yeter artık, kesin sesinizi’ demek istiyorum.

Benim bildiğim, alışık olduğum, bu memlekette muhtıra yayınlamak manasızlığı askerlerin tekeliydi. Biz böyle yetiştik, böyle gördük. Deyim yerindeyse; memleket terbiyemiz bunu gerektiriyordu.

‘Muhtıra etkinliği faktörü’ adıyla bilinen bir gösterge var mı bilmiyorum ama eğer varsa eskiden bu etkinlik faktörü katsayısı 10 civarındayken, AKP yönetimi sırasında muhtıraların etkinlik faktörü katsayısı sıfıra yaklaştı.

Askerler, cumhurbaşkanlığı konusunda bir girişimde bulunarak laf ettiler ve sonunda onların isteğinin tam tersinin yaşanmasına yardımcı oldular.

Katı eğitimden geçmiş ve değişmez olmakla övünen askerler acaba son muhtıra fiyaskosundan ders aldılar mı bilemiyorum ama ders almadılarsa o girişimin muhtıraların sonu olacağı beklentisi vardı ülkede.

Belki askerler açısından muhtıra yayınlama âdetine son verilmiştir ama memleket muhtıralardan mahrum kalmasın diyen çevreler, askerlerin bıraktığı boşluğu doldurup bizi muhtıralardan mahrum bırakmıyor.

Şimdiki favori muhtıra yayınlama kurumu ise yargı çevreleri oldu. İnsana, ‘Bir onlar eksikti’ dedirtecek bir gelişme.

Açıkça söyleyeyim; yargı çevrelerinin öyle sert bildiriler filan yayınlaması bana utandırıcı geliyor artık. Çünkü yakışmıyor.

Modern olmak iddiasındaki bir ülkede yargı etrafa maço laflarla çatan cümleler etmez diye düşünüyorum ben.

Türkiye’de şöyle bir sosyolojik eğilim var: Atanma yoluyla göreve gelen bazı insanlar kendilerini daima seçilmişlerin üstünde görüyor. Belki kişisel olarak bakıldığında böyledirler de, bilemiyorum. Ama insanda biraz mütevazılık olur, biraz demokrasi nosyonu bulunur ve haddini bilir. Ama maalesef bizim atanmışlarımızda haddini bilmek hiç yok. Cumhuriyetin kuruluşunda da durum böyleydi,

Avrupa Birliği’ne üyeliğe hazırlanıyoruz, maalesef hâlâ daha öyle.

Güzel kadroları var, kendilerini ülkenin geneline karşı pek sorumlu hissetmiyorlar yani yaptıklarının ülkeye etkisinin ne olacağını düşünmeye bile yeltenmiyorlar. Kafalarında korumakla yükümlü olduklarına inandıkları bazı kırmızı çizgiler var, o çizgiler neden hep olmak zorunda bunu da sorgulamak istemiyorlar.

Kadrolu işleri de sağlam, her koşulda dünya yıkılsa da maaşları garanti. Yani ekonomik koşulları da, krizleri filan da düşünmek zorunda değiller ve oy alarak gelmiş insanlara karşı ağızları hiç durmuyor.

Bu durum artık sona ermeli. Sıktılar artık. İsterlerse konuştuklarında dünyanın en doğru fikirlerini söylüyor olsunlar, isterlerse de dünyanın en kaliteli düşünürü olsunlar, belirli bürokratik konumdakilerin artık susmayı öğrenme zamanı çoktan geldi geçiyor bile.

Susmaları zor gelecekse onlara şunu anlayacakları şekilde söyleyeyim bari; bakın sizler her konuştuğunuzda, her sert bildiriler filan yayınladığınızda hep talep ettiğinizin tam tersi sonuçlar yaşanıyor.

Bir zamanlar Erdoğan’ı hapsettiniz, adam ondan sonra çıktı ve çatır çatır Başbakan oluverdi. Gül’ü engellemeye çalıştınız, şimdi Çankaya’da keyif çatıyor. Şu aralar da hedefinizde yine AKP var.

Eğer geçmiş bir trendi gösteriyorsa o zaman da AKP tekrar büyük bir patlama yaşayıp yüzde 70 civarında filan oyla iktidara gelecektir.

Bu olunca, yeni hükümet mutlaka zamanında etrafa sert bildiriler yollayanlara mutlaka teşekkürünü net olarak bildirecektir.

serdar.turgut@aksam.com.tr

Dienstag, April 22, 2008

Oktay Ekşi / Hürriyet

CHP Kurultayı toplanıyor

SON milletvekili genel seçiminden beri yapılması beklenen 32’nci CHP Olağan Kurultayı nihayet bu hafta sonunda toplanıyor. Gerçi Kurultay’ın en kritik kararı olan "Genel Başkan seçimi" konusunda çok fazla merak yok. Genel Başkanlığa adaylığını koyacağı geçen eylülden beri bilinen Samsun milletvekili Prof. Dr. Haluk Koç’un bugüne kadar 66 ili gezdiği, 1250 küsur delegeden 700’ü ile bire bir görüştüğü biliniyor.

Aday olmaya niyetli öteki isimler de elbet gayretle çalışıyorlardır.

Lakin CHP’de Genel Başkanlığa aday gösterilmek, deveye hendek atlatmaktan zor bir süreçtir.

Bilindiği gibi, Deniz Baykal, 24 Ekim 2003 tarihli 30’uncu Olağan Kurultay’da parti tüzüğünü değiştirtti. İlçe Başkanı, İl Başkanı veya Genel Başkan olmak isteyenlerin, o kongre delegelerinin en az yüzde 20’sinin imzasını taşıyan öneriyle aday olabileceği hükmünü getirdi.

Bir kimsenin Genel Başkanlığa resmen aday olabilmesi için bu kadar imzalı öneri de yetmiyor. Öneri altına imza atanlar Kurultay Başkanlık Divanı önünde "Ben -örneğin- Haluk Koç’un aday olması için imzamı veriyorum" dercesine arz-ı endam edip, oradaki görevli önünde imzalarını atacaklar. Böylece mevcut Genel Başkan ile mevcut parti yönetimi, kimin kendilerine karşıt olduğunu görüp onları mimleme ve bir gün sonra yapılacak Parti Meclisi, Yüksek Disiplin Kurulu ve Denetleme Kurulu seçimlerinde aday göstermeme olanağı bulacak.

Rakamla ifade etmek gerekirse, örneğin Haluk Koç’un resmen aday olabilmesi için en az 253 delegenin Genel Başkan’ın gözünün içine baka baka -bir başka ifadeyle gelecek Mart’ta yapılacak yerel yönetim seçimlerinde aday gösterilmeme riskini üstlenerek- "Haluk Koç’u destekliyorum" diyecek.

Gördüğünüz gibi -dilimiz faşizan demeye varmıyor ama biz demesek de birileri der- akıl almayacak kadar antidemokratik bir hükme göre seçim yapılacak. Parti delegelerini elinde tutan Deniz Baykal da, fiilen tek başına gireceği yarıştan böylece büyük bir başarıyla çıkacak.

Bunun adı "seçim" değildir. Açık konuşacaksak bunun adı tek kelimeyle "ayıp"tır.

Böyle bir yarışma anlayışı, ayıp olması dışında Deniz Baykal’a hiç de yakışmamaktadır.

Birinci nokta bu...

İkincisi bu Kurultay’ın aslında çok gecikerek toplandığı gerçeğidir.

Anımsanacağı gibi 22 Temmuz 2007 seçimi ardından CHP Parti Meclisi üyelerinden muhalif bir grup Olağanüstü Kurultay’ın hemen toplanmasını, seçim yenilgisinin sebeplerini incelemesini ve ne yapıp da bir sonraki seçimde yenilgiye uğramaktan kurtulmak mümkündür sorusunun görüşülmesini istedi. Deniz Baykal bu talepleri Parti Meclisi’nde boğdu. Boğarken de "Bu konuyu uzmanlara -veya uzmanlaşmış bir komisyona- havale etmeyi, onların getireceği rapor üzerinde görüşme yapılmasını" önerdi. Ama sonra ne komisyondan haber geldi ne de uzmanlardan...

Kısaca hem Parti Meclisi uyutulmuş oldu hem de parti kamuoyu...

Böyle bir zihniyetle yönetilen CHP’nin Kurultay’ından bir şey ummak mümkün ise... Buyurun, işte orada Kurultay toplanıyor. Gidin izleyin. Eğer "parti içi demokrasi"nin kırıntısını bulabilirseniz bizi de haberdar edin.

Dienstag, April 15, 2008

M.Ali Birand / Hürriyet

AKP kapanırsa, AB ile müzakereler askıya alınır

Şimdiden hazırlıklı olmamız gerekir. Eğer Anayasa Mahkemesi AKP’yi kapatırsa, Türkiye ile müzakerelerin devam ettirilmesi imkansızlaşacaktır. Avrupa Parlamentosu harekete geçecek ve siyasi dayanışma adına, görüşmelerin askıya alınmasını isteyecek. İşin kötüsü, ilerde yeniden başlamak için oybirliği gerekeceği için Türkiye çok zarar görecek.

Senaryo şimdiden hazırlanmaya başladı.

Üstelik, Türkiye’nin din devletine dönüşmesine yardımcı olmak veya şeriat gelsin de, tam üyelikten vazgeçsinler gibi, çarpık bir düşünceyle harekete geçilmiyor. Biz beğenelim veya beğenmeyelim, kabul edelim veya etmeyelim, AKP’nin gizli bir gündemi olduğuna inanılmıyor. Seçimlerde yüzde 47 oy almış bir siyasi partinin bu kadar kolay kapatılmasının demokrasiyle bağdaşmadığına inanılıyor.

Avrupa kamuoyundaki genel izlenim, AKP’ye karşı bir yargı darbesi hazırlandığı şeklinde.



AKP’nin kapatılma davası, Türkiye’nin Avrupa ile ilişkilerini temelinden etkileyecek.

Senaryonun nasıl işleyeceğini anlatayım...

Anayasa Mahkemesi AKP’nin kapatılmasına ve lider kadrosuna siyaset yasağı getirmesi durumunda ilk tepki Avrupa Parlamentosu’ndan çıkacak.

Avrupalı parlamenterler, büyük oranda parlamenter dayanışması adına, diğer bir bölümü de art niyetle harekete geçecek. Kararı basit çoğunlukla alacakları için kolayca çıkacaktır. Parlamento, AB Konseyi’nin “Türkiye ile katılma müzakerelerinin askıya almasını” talep edecek.

Nitekim önümüzdeki 21 Nisan günü, Avrupa Parlamentosu Dışişleri Komisyonu’nun Strasburg’daki toplantısında bu konu ele alınacak ve hazırlıklar başlayacak.

Parlamento’nun bu olası kararı üzerine, AB Komisyonu da zorunlu olarak Türkiye ile müzakerelerin gidişini ele almak zorunda kalacak. Hatta Komisyon, daha parlamento harekete geçmeden dahi, Konsey’e aynı yolda bir talepte bulunabilecek. Bunun için de, Komisyon’un 9 üyesinin öneriyi desteklemesi yetecek.

Son sözü AB Konseyi söyleyecek.

Olli Rehn’e bu konuyu özellikle sordum. Merakım, hangi ülkelerin nasıl hareket edebilecekleriydi. Tahminim, özellikle Fransa, Almanya ve Avusturya gibi ülkelerin bu fırsatı kaçırmayacakları şeklindeydi.

Tam aksine bir durumla karşı karşıya kalınabilir” dedi.

Rehn’e göre, AKP’nin kapanmasına asıl tepki, Türkiye’ye destek veren ülkelerden çıkacak. TÜRKİYE’ye HAYIR cephesinin sessiz kalmayı tercih edeceğini söyledi.

...Gerekçeleri de, AB demokrasisinde, şiddeti teşvik etmeyen, seçimde yüzde 47 oy almış ve ülkeyi 5 yıldır yöneten bir partinin, tamamen demeçlere dayanan gerekçelerle kapatılmasını kimse savunamaz. Biz de, Komisyon olarak savunamayız...”dedi.

Peki sonra ne olacak ?

Türkiye ile müzakerelerin askıya alınması için 27 üye ülkenin üçte ikisi, yani 18’inin EVET oyu kullanması gerekiyor. 18 oy bulunabilir mi, henüz kesin değil. Ancak küçümsenemeyecek bir olasılık.

Asıl bundan sonrası çok önemli.

Müzakereler bir defa askıya alındıktan sonra, aradan zaman geçer ve müzakerelere yeniden başlanması gündeme geldiğinde kıyamet kopacaktır. Zira o zaman, Türkiye ile tekrar katılım müzakerelerinin başlaması kararı için oy birliği gerekiyor.

Yani, hemen her ülkenin Türkiye’ye bir fatura çıkarması için yeniden bir zemin doğacaktır.

Kıbrıs sorunundan Ermeni soykırım iddialarına, Kürt sorunundan asker-sivil ilişkilerine kadar, hemen her konuda ödün istenecek ve uzlaşı aranacaktır.

Türkiye de büyük olasılıkla bunlara sırt çevirecektir.

Özetlemek gerekirse, Türkiye ile müzakereler bir defa kesilir veya askıya alınırsa, bunların tekrar başlaması, 27 ülkenin tekrar onayının alınması, imkansız denecek kadar güçtür. Bir daha 12 Aralık 2005 günündeki ortam veya oy dağılımı bulunamayacak, Türkiye’nin AB‘ye katılım süreci büyük olasılıkla bitecektir.

Böyle bir senaryo, Türkiye’deki ulusalcı çevrelerin ve MHP ile CHP’nin belki işine gelebilir, ancak ortaya çıkacak olan ekonomik ve politik depremi bu ülkenin kaldırması hiç kolay olmayacaktır.

Şimdiden hazırlıklı olmakta yarar var.

Bu ülkeyi biraz seviyorsak, tartışmaları başka bir platforma taşımalı ve çözüm aramalıyız. Avrupa çapasını böylesine hoyratça koparmaya hiçbirimizin hakkı yoktur.

Rauf Tamer / Bugün

Ne fark eder?

Koskoca 301’i getirdik, buraya kilitledik.

Halbuki kanun maddesi neyi engelleyebilir? Biz hergün sabahtan akşama kadar Türklüğe zaten hakaret etmekteyiz.

***

İşte... Barış Elçisi İtalyan’ı öldüren o herif, Türklüğe en büyük hakareti etmiştir.

Hakaret dediğiniz nedir ki?

30 bin Kürt, 1 milyon Ermeni öldürdüğümüzü söylemek, bizi bundan daha fazla rezil etmez ki...

Hrant Dink’i katlederek de rezil olmadık mı?

Rahip’e sıkılan kurşun da şöhretimize şöhret katmadı mı?

Şimdi geriye doğru saymaya başlarsak, taa Papa Suikastı’na kadar varır bu iş.

***

Yâni, Türk Milleti’ne hakaret ille sözlü ve yazılı mı olmalı?

Bıçak, tabanca, bazen top-tüfek, bazen darbe, bazen de tâciz ve tecavüz, aynı işi, hattâ daha alâsını görmüyor mu?

Bizdeki suç işleme özgürlüğü, ifade özgürlüğünü sollayıp geçmiştir.

Dünyadan olumlu puan alabilmek için verdiğimiz yılları, kaç kere 5 dakikada kaybettiğimizi unutmayın.

- Vay, hakaret ha...

Evet, hakaret.

Taşlarla sopalarla girişilen sokak kavgaları ve de dünyaya yansıyan görüntüleri, Türk Milleti’ne en büyük hakaret.

Hâle bakın.

1 Mayıs’ı hâlâ Taksim’de kutlamak için ısrar edenler var. 16.04.08

Sonntag, Januar 20, 2008

Gülay Göktürk / Bugün

Reformlara devam edebilmek için

Son yazımda, gelinen noktada türban yasağının çözümünün bu saflaşmanın "yasakçılarla başörtülüler" saflaşması olmaktan çıkıp "yasakçılar ve özgürlükçüler" saflaşması haline gelebilmesinden geçtiğini yazmıştım.

Ak Parti'yi yasakçılarla baş başa bırakmamak, onun bu haklı mücadelesinde yanında yer almak kendine demokrat diyen, özgürlükçü diyen herkesin, her kuruluşun görevidir demiştim. Böylesi bir özgürlük cephesinin oluşması, türban sorununun çözümü açısından belirleyici öneme sahiptir.
Ama sadece bu da değil... Türban sorununun çözümü Ak Parti'nin reformlara devam edebilmesi açısından da hayati önem taşıyor. Evet, türban yasağının kalkması, bir haksızlığın son bulmasının ötesinde bir önem taşıyor bugün.

Ve bu hayati önemi, özellikle AK Partili olmayıp da Türkiye'nin Avrupa yürüyüşüne önem verenlerin; Kürt sorununda adım atılmasını, Alevi açılımının ilerlemesini, sivil anayasa yapılması sürecinin başarıyla tamamlanmasını isteyenlerin iyi anlamaları gerekiyor. Şimdi, "reformlarla türbanın ne ilgisi var" diyenlere, bu ilgiyi elimden geldiğince açık bir şekilde anlatmaya çalışayım:

İktidara gelişinden bu yana dindar kesimlerin talepleriyle ilgili en küçük bir ilerleme sağlayamaması, Ak Parti'nin geniş muhafazakâr tabanında giderek hoşnutsuzluğa yol açıyor. Öte yandan, hepimiz biliyoruz ki, Ak Parti tabanında güçlü bir milliyetçi damar var ve 301 gibi, Kıbrıs konusu gibi, eve dönüş projeleri gibi milli duyarlılıkların yüksek olduğu noktalarda gündeme gelen talepler, bu milliyetçi dalgayı kabartıyor, içe kapalılık eğilimlerini ve Batı düşmanlığını körüklüyor, dolayısıyla hükümetin sıkışmasına yol açıyor.Kürt meselesinde ya da Alevilik konusunda açılım yapmaya çalışan iktidar, sık sık bu tabanın "Sen daha bizim en haklı talebimizi karşılayamadın; türban yasağını kaldıramadın, katsayı sorununu çözemedin, ama Kürtler'in ya da Alevilerin yasaklarını kaldırmaya uğraşıyorsun" sitemleriyle karşılaşıyor.

İşte bu koşullar altında, Erdoğan'ın beklediğimiz reformları kararlılıkla devam edebilmek için güce ihtiyacı var. Elbette ki demokratik kamuoyunun desteği önemlidir; elbette ki uluslararası destek hayatidir. Ama, demokratik bir parti için, dayandığı temel kitlelerden gelen desteğin yerini hiçbiri tutmaz.Eğer Ak Parti, bu dönemde türban yasağı konusunda olumlu bir gelişme sağlayabilirse, bu, Parti'nin kitle tabanında ciddi bir güçlenmeye yol açabilir. Artık AB sürecinden umudunu kesmek üzere olan muhafazakâr kitlelerde yeni bir umut yaratabilir. Kitle tabanı açısından böyle bir güçlenme, Ak Parti'ye reformlarda daha atak davranma imkanı sağlayabilir.Bugün Türkiye'de Ak Partili olmayan, merkezde yer alan ama hükümetin attığı adımları olumlu bulan geniş bir kesim, TÜSİAD gibi çok önemli ağırlığı olan sivil toplum kuruluşları ve önemli isimler var. Bu kesimler, Ak Parti'nin Avrupa yolunda attığı adımları hararetle destekliyor, demokratikleşme ve özgürleşme hamlelerine alkış tutuyor; ama türban yasağının kalkması gibi demokratik açılımlar konusunda susuyorlar. Bir kısmı bu meseleyi kendi sorunu olarak görmediği için ilgisiz davranıyor.

Bir kısmı ise bilinçli olarak susuyor. Çünkü ne yasakçı olmayı kendine yedirebiliyor; ne de tesettür hakkını savunmak gibi "muhafazakâr bir pozisyona düşmeyi" kendine yakıştırabiliyor! Ama bu kesimler artık görmek zorunda ki, Erdoğan'ı kendi tabanı karşısında rahatlatmak, muhafazakar tabanın zaten hakkı olan özgürlüklerin verilmesinde Ak Parti'nin yanında yer almak; susmakla yetinmeyip haklının hakkını teslim etmek, Türkiye'de reformların sürmesi açısından son derece hayati öneme sahip.Türkiye'nin AB güzergahından çıkmasından korkan ilerici, demokrat kişi ve kuruluşların başörtüsü konusundaki psikolojik takıntılarından kurtulmaları için vakit geldi de geçiyor bile.

Mittwoch, Mai 16, 2007

Mehmet Barlas / Haber X


AKP'nin işi neden zor ?

Açıkçası kimse 'İktidar olmak istiyoruz' demiyor bu cephede. Sadece 'Rejimi kurtaracağız' diyorlar. Başbakan Erdoğan da, bu karmaşık durumdan ötürü şaşkın, AK Parti grup toplantısında olduğu gibi, cevabını alamayacağı soruları soruyor kendi kendine. Başbakan Erdoğan'ın da, AK Parti'nin de işi çok zor. Çünkü 22 Temmuz seçimlerine dönük kampanyada muhalefet, Türkiye'nin bundan sonra gelişmesini ve kalkınmasını nasıl sürdüreceğini tartışmaya niyetli değil. Özellikle CHP, seçimi "Rejim" üzerindeki bir referandum gibi sunmayı amaçlıyor. Bu tutumun doğal sonucu, "Kamplaşma"dır.

Tabii ki bu kamplaşmanın taraflarının durumu da karışık. Örneğin DYP ile ANAP'ın birleşmeleri de, "Rejimi AK Parti'den kurtarmak" temasında gelişti. Yani onlar da AK Parti karşısındaki cephede bulunmak durumundalar. Ama acaba bu ikili yapı, CHP ile laiklik yarışında kendilerini nerede bulacaklar? Veya CHP'nin içine almak istediği DSP, bu cepheleşmeyi "Rejimi korumak" içeriğinden çok, "Daha çok milletvekili çıkartıp, sonra kendine dönmek" biçiminde algılıyor. Açıkçası kimse "İktidar olmak istiyoruz" demiyor bu cephede. Sadece "Rejimi kurtaracağız" diyorlar.

Başbakan Erdoğan da, bu karmaşık durumdan ötürü şaşkın, AK Parti grup toplantısında olduğu gibi, cevabını alamayacağı soruları soruyor kendi kendine:

-Sorsalar neyi soracaklar?
-Paradan altı sıfır attınız mı diyecekler?
-Enflasyonu niye düşürdünüz mü diyecekler?
-Bu ülkeyi niye bu kadar büyüttünüz mü diyecekler?
-Ülkenin itibarını içte dışta artırdınız mı diyecekler?
-Programları ile ne anlatacaklar millete?
Hiç bir şey..

Devamlı halkla kavga halindeler. Kendilerini halkın üstünde bir karar mercii olarak görmekten başka dertleri yok onların. Onların kendi gündemleri var. Onların gündemlerinde kavga ve polemikten başka bir şey yok..

Montag, Februar 26, 2007

Engin Ardic / Aksam

Ne değişebilir ?

Durumlarının umutsuz olduğunu bile bile 'spekülasyon' yapan arkadaşlar var basında...Yani, patron onları kapının önüne koyacak değil tabii de, tuttukları parti seçimi kazanamayacak. Bunu biliyorlar.Bütün göstergeler, iktidar partisinin 'açık ara' önde gittiği ve eski oy oranını ya da eski koltuk sayısını tutturamasa bile gene kazanacağı yönünde. Ama onlar hiç olmazsa bir 'koalisyon' lafını gündemde tutmak istiyorlar. Olmayacağını bile bile.

CHP-MHP koalisyonu... Olmadı, CHP-DYP koalisyonu... İyice uçanlar için üçlü 'kombinasyon', CHP-MHP-DYP... Çok şükür buna seçim barajını geçmeleri mümkün olmayan küçük partileri katan yok, bu kadar sersemlik Türk basınında bile mümkün değil.

Yani, ulusalcı cephe! Sağcı ulusalcı oyunu MHP'ye, solcu ulusalcı CHP'ye versin (yok, Mehmet Ağar'a vermesin, çünkü o Kürt meselesinde fazla ileri geri konuşuyor), yeter ki şu AKP başımızdan gitsin!

Tabii bundan otuz yıl önce Demirel'in 'milliyetçi cephe' koalisyonuna her türlü hakareti edenler, onu 'mece' diye aşağılayanlar, şimdi bir 'ulusalcı cephe' istemekten utanmıyorlar. 'Öztürkçe' yazınca yemeğin üstüne 'sol salçası' dökülmüş gibi mi geliyor onlara?

Bu arkadaşlar bu eşekliği niçin ediyorlar?

Kimisinin aklı başka konulara ermediğinden. Kimisi, gazetesinin ya da televizyonunun özel müşteri kitlesine 'servis verme' gayretinden. Kimisi iyice dibe vurmuş ve çıkma umudu da kalmamış bulunduğundan. Kimisi yeni bir yönetimden avanta beklediğinden (çünkü şimdikinden kesik)... Kimi hanım düpedüz manyak olduğundan. Kimi bey de, İngilizce'de 'wishful thinking' denilen, gönülden geçeni gerçek sanma hastalığından.

Duruşmaya girmiş avukat ağzı yapıp biz de soralım: 'Bir an için' bu koalisyonun gerçekleştiğini, AKP'nin iktidardan düştüğünü varsayalım. Deniz Baykal başbakan olsun, Devlet Bahçeli ve Mehmet Ağar da başbakan yardımcıları...
Nasıl bir 'ulusalcılık' yapacaklardır bu adamlar?Kerkük'e mi gireceklerdir? PKK'yı mı yokedeceklerdir? Apo'yu mu asacaklardır?Yoksa 'Kıbrıs'ta iki devletli çözümü' sonunda ele güne, dosta düşmana çatır çatır kabul mu ettireceklerdir? Otuz üç yıldır gelmiş gitmiş hiçkimsenin, hiçbir yönetimin başaramadığı işi hangi güçle, hangi parmak ısırtıcı hamleyle bitireceklerdir?

Yoksa Irak'ın bölünmemesi gerektiğine, yılbaşından sonra yeni gelecek Amerikan başkanını ikna mı edeceklerdir? Amerika'yı İran'a saldırmaktan vaz mı geçireceklerdir?Acaba Avrupa Birliği'ne girmekten namusumuzla ve kesinlikle vazgeçtiğimizi mi açıklayacaklardır?'İçeride' ne yapacaklardır peki?Misli görülmemiş ve memlekette işsiz bırakmayacak yatırım ve kalkınma hamlesi gibi boş lafları bırakalım...

'İnsanları sevgiye yöneltmek' gibi saftırık sosyaldemokrat safsatalarını da bırakalım. Gerçekte ne yapacaklardır?Yabancı sermayeyi mi kovalayacaklardır, ya da korkutup kaçıracaklardır? Satılmış KİT'leri geri mi alacaklardır? Türkiye'den yetmiş milyar doların bir anda gitmesi, 'depremci esnafının' para kazanmak için dillere pelesenk ettiği şu muhayyel İstanbul depreminden bile daha büyük bir deprem ve yıkım yaratır.

Kambiyo rejimini mi değiştireceklerdir, 'Özal öncesine' geri dönüp? Döviz büfelerini mi kapatacaklardır? Kredi kartlarının yurtdışında kullanımını mı yasaklayacaklardır? Yurt dışına çıkışları mı gene eskisi gibi sınırlayacaklardır?Bunların hiçbirini isteseler de yapamazlar, diyeceksiniz, çünkü dünya çok değişti...

Eee peki nasıl bir 'ulusalcılık edecekler' bunlar yahu?Hiçbir şey edemeyeceklerini amigoları da biliyorlar da, maksat spekülasyon olsun, köşe dolsun. Aybaşında maaş gelsin.

En fazla, devlet dairelerinden AKP kadrolarını kovalayıp üniversitelere de başı bağlı kız sokmazlar (bugün de giremiyor), onun da ulusla budunla ne ilgisi var?

Freitag, Februar 23, 2007

M.Ali Birant / Hürriyet

Türkiye’de garip şeyler oluyor (!)

Ülkemizde işlerin kötü gittiğini, örneğin, ekonominin battığını, vatanın elden gittiğini, şeriatın geldiğini söylediğinizde alkış alıyorsunuz. İşlerin o kadar da kötü gitmediğine dikkat çektiğiniz anda, kötü kişi oluyorsunuz. Oysa, ne yapalım ki, işler hakikaten o kadar da kötü gitmiyor. Ne yapacağız şimdi ?
Bu yazının altından nasıl çıkacağımı bilemiyorum.

Yazarlık hayatımı tehlikeye attığımın da farkındayım.

Karşı karşıya kalacağım tepkiler, beni şimdiden düşündürüyor.

Nasıl olmasın ki…

Eğer yazı yazanlardan biriyseniz, fazla seçeneğiniz yoktur. Alkış alabilmek için mutlaka iktidarı kötülemeniz gerekiyor.

Her şeyin başında ekonominin batma noktasına geldiğini sık sık işlemek gerekiyor.Krizin kapı eşiğinde bulunduğunu ve bugün olmasa dahi, yarın çöküntünün başlayacağını söylemelisiniz.

Hemen ardından da, bu iktidarın devlete ait malları sattığını, bilinçli ödünler vererek ülkeyi bölme noktasına getirdiğini, topraklarımızın Avrupa Birliği tarafından parsellenerek satın alınacağını da özellikle vurgulamak, alkışların artmasına neden oluyor.

Eğer omuzlarda taşınmak istiyorsanız, laik sistemin çökme noktasına geldiğini ve şeriat kadrolarının bürokrasiyi teslim aldığını, tek ümidin Silahlı Kuvvetlerin müdahalesine kaldığını yazmalısınız.

Kazara, işlerin çok parlak olmasa dahi, o kadar da felaket olmadığını yazarsanız, eyvahlar olsun. Ne İktidar yalakalığınız kalır, ne satılmışlığınız.

İşte bugün ben tehlikeli sularda yüzeceğim.

TAV’ın hisselerine gösterilen olağanüstü rağbet, doğrusu beni şaşırttı. Özellikle yabancıların hisse alımı için hücum etmesi ne anlama geliyor ?

Eğer bir ülkenin ekonomisi kötüyse, kriz kapının eşiğindeyse, siz gidip, ne kadar başarılı olursa olsun, o ülkeye ait şirketlerden birinin hisselerini alır mısınız ? İki defa düşünmez misiniz?

Türk ekonomisinin felaket bir noktada bulunduğunu söylemek insafsızlıktır. Belki dünyanın en pırlanta ekonomisinden söz etmiyoruz, ancak krizin eli kulağındaki bir ekonomiden de söz etmiyoruz. Özellikle dışardan bakıldığında, Türk ekonomisi sağlıklı görünüyor. Bizler ne dersek diyelim, yabancılar Türkiye’nin 2007 yılında krizlerle sarsılacağı söylentilerine kulak asmıyorlar.

Piyasalara bakın ve 2007‘nin fırsatlar yılı olacağının hikayeleri duyacaksınız. Hele Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığına aday olmaması durumunda, borsanın 48 binlere taşınacağının beklentisi giderek yaygınlaşıyor.

Karamsar ekonomistler kusuruma bakmasınlar, ancak bu ülke batma noktasında değil…

* * *

5 YIL OLDU, NEDEN HALA 1 İNCİ PARTİ ?

Anlayamadığım diğer bir konu da, şu Ak Parti’nin 5 yıldır iktidarda bulunmasına rağmen, nasıl oluyor da hala anketlerde birinci parti çıkabildiği ile ilgili.

Medyanın ne kadar iktidar alkışçılığı yaptığı iddiaları doğru olsa bile…Halkın AK Parti’nin gerçek yüzünü bir türlü anlayamadığı söylentilerinin doğruluk oranı çok yüksekler de bulunsa dahi, yine de inandırıcı bir yanıt değil.

Türk toplumu, Devlete ait malların haraç mezat satışından çok mu memnun oluyor ? Veya Avrupa Birliği’ne ilişkin reform yasaları yüzünden AK Parti’ye mi koşuyor ?

Anlayamadım gitti…

AK Parti kadrolarının döküldüğünü de hepimiz biliyoruz. Hatta, önümüzdeki seçimler için kadrolarında önemli değişikliklere gitmek istedikleri de duyuluyor.

Peki neden ?

Doğal olarak 5 yıllık bir iktidar ciddi şekilde yıpranır. Beklentileri karşılayamadığından dolayı, erime sürecine girer.

Oysa Ak Parti, hala birinci parti konumunda görünüyor.

Demek ki bir şeyler oluyor.

Demek ki, toplumun bazı ihtiyaçlarını iyi tespit edebilmişler ve gereğini yapmışlar.

Tabii buna bir de, muhalefetsizliği eklememiz gerekiyor.
Türkiye’de muhalefet öylesine cılız ki, bu görevin bir bölümünü kimi TV kanalları yerine getirmeye çalışıyor. Kimi gazeteler veya yazarlar, adeta birer muhalefet sözcüsü gibi davranıyorlar. Türk Silahlı Kuvvetleri dahi, önemli bölümü sivil muhalefetin eksikliğinden kaynaklanan nedenlerle, birçok konuda yüksek sesle muhalefet yapıyor.

AK Parti çok şanslı bir ekonomik konjonktür yakaladı. Ayrıca, Türk toplumunun istikrarlı ve kavgasız bir iktidar beklentisini de iyi karşıladı. İşte bundan dolayı 5 inci yılına rağmen hala gerektiği oranda yıpranmadı.

Darısı gelecek iktidarların başına…

Samstag, Februar 17, 2007

Resul Tosun / Yeni Safak

İhkak-ı hak

Reyting rekorları kıran Kurtlar Vadisi dizisinin yeni versiyonunun birinci bölümünü seyrettim.
Verilen mesajlar gerçekten ürkütücü mesajlardı.

Devletin güvenlik güçleri ülkenin ve halkın güvenliğini temin edemiyor. Öte yandan hukuk müessesesi adaleti tesis edemiyor. Bunu gören kimi vatanperver insanlar hem güvenliği hem de adaleti temin ve tesis etmek için durumdan vazife çıkarıyorlar.
Dahası güvenliğinin temin edilmediğine ve adaletin tesis edilmediğine inanan mağdurlar da bu birilerini devlet yerine koyuyor ve de onları kurtarıcı gibi görüyor.

Bu mesaj halkın devletine ve hukuk müesseselerine güvenlerini zayıflatan ve farklı arayışlara sevk eden korkunç bir mesaj. Bu mesaj kendinde güç vehmeden herkesi durumdan vazife çıkarmaya sevk ve tahrik eden bir mesajdır.
Eskiler buna ihkak-ı hak derlerdi. Devlet senin hakkını koruyamıyorsa ve alamıyorsa sen korursun ve sen alırsın.
Tam da derin devlet tartışmalarının ayyuka çıktığı bir dönemde böyle bir dizinin başlamış olması anlamlıdır.

Anlamlıdır, çünkü tabii olan güvenliği devletin güvenlik birimlerinin, adaleti de hukuk müessesesinin temin etmesidir. Güvenlik güçleri içinde de hukuk müessesesi içinde yer yer görev ihmalleri ya da suistimalleri görülebilir. Bu durumda yapılması gereken ihkak-ı hakka yönelmek değil bu müesseseleri temizlemek ve onlara olan güveni yeniden tesis etmek ve güçlendirmektir.
Güvenlik güçlerimiz kendilerini zaafa uğratan unsurlardan süratle arınmalı ve aralarındaki güvensizliği giderecek uygulamaları kendileri talep etmelidirler. İç güvenliğin iki başlılığı ve görünmez rekabetleri ortadan kaldırılmalı, tevhid-i zabıta süratle tahakkuk etmeli ve vatandaşımız güvenliği konusunda tatmin olmalıdır.

Vatandaş güvenliğinden emin olmalı, güvenlik güçlerine güvenmeli ve ihkak-ı hak yolunun yanlış olduğunu bilinç altına yerleştirmeli. Daha doğrusu bu bilinci yerleştirmeliyiz. Devlet olarak yerleştirmeliyiz. Sivil toplum örgütleri olarak yerleştirmeliyiz. Kitle iletişim araçları, radyo, tv, gazete ve diğer yayın organları bu bilincin yerleşmesine yardımcı olmalıdır.
Aksi halde Kurtlar Vadisi ve benzeri diziler, ölmek ve öldürmek üzere yemin eden sıra dışı yapılanmaları tahrik eder. Bunun sonucu ise anarşinin, kaosun ve terörün ta kendisidir.
İşte bunun için ben Kurtlar Vadisi gibi yasadışı güç kullanımını teşvik eden dizileri ve yapımları son derece zararlı buluyorum.

Geçen sene yine yazmıştım yapılan filmlerin ve dizilerin bilinç altına olumlu mesajlar yerleştiren türden olmasını savunmuştum. Bu sene sevinerek gördüm ki yapımcılarımız bu istikamette de son derece başarılı prodüksiyonlara imza atmışlar.
Mesela Kanal D'de yayınlanan "Arka Sokaklar" isimli dizi, Kurtlar Vadisi'ndeki gibi adam öldürenlerin ve suç işleyenlerin kahraman olduğu bir dizi değil. Aksine adam öldüren ya da suç işleyen her kim olursa olsun, hangi şekilde cinayet işlerse işlesin devletin güvenlik güçlerinden kurtulamayacağı ve eninde sonunda güvenlik güçlerinin onları yakalayacağı mesajını veriyor. Ve her gün karalanarak adeta potansiyel suç örgütü gibi lanse edilen polisimizi hem suçluların üzerine cesaretle giden başarılı bir teşkilat olduğu hem de onların bizler gibi sevinçli ve hüzünlü anlarının olduğunu gösteren ve onları sevdiren bir dizi.

Dizinin hem senaryosunun hem de de rol alan sanatçılarımızın fevkalade başarılı olduklarının altını çizmek gerekir.

Kurtlar Vadisi'nin verdiği mesaj askere polise güvenme kendi hakkını kendin ara vatanını korumak için durumdan vazife çıkar mesajı iken, Arka Sokaklar dizisinin verdiği mesaj, sakın suç işlemeyin devletin polisinden kaçamazsınız mesajıdır.
Ben Arka Sokaklar dizisinden yanayım.

Dizilerin sansür yoluyla yasaklanmasından ziyade yapımcıların ülkedeki güvenliği ve huzuru düşünmelerini tercih ederim. Bu vesileyle ihkak-ı hakkı ve şiddeti özendiren diğer film ve dizilerin de ülkeye hizmet etmediklerinin altını bilhassa çizmek isterim.

Serdar Turgut / Aksam

Aydının 28 Şubat’ı

Kurtlar Vadisi dizisi yasaklandı. İş lafa gelince anti yasakçı ve sansürcü olan aydınlardan çıt bile çıkmıyor. 12 Eylül dönemini solcular cephesinden anlatan bir dizinin yayını yasaklansaydı neler olabileceğini düşünebiliyor musunuz; ortalığı yerinden oynatırlardı.

Türkiye’de kendisine ‘aydın, entelektüel’ diyen insanların çoğunun ne kadar da ikiyüzlü ve korkak olduğunu biliyorum ama yeni bir gelişme olduğunda her defasında onların çapsızlığına tekrar şaşırmaktan kendimi alamıyorum.

Bizde aydınlar güya yasakçı zihniyete, sansüre karşıdırlar. Her defasında bunu ifade ederler. Ama sadece kendi inandıklarına, destek verdiklerine yasak ve sansür geldiğinde tavır almayı uygun buluyor bu beyler ve hanımlar. Temelde bu ‘başkalarına ne olursa olsun aman bana dokunmasınlar tavrıdır’ ve Almanya’da Nazizmin yükselip iktidara gelebilmesine imkan sağlayan en önemli etkenlerden birisidir bu tavır.

Şimdi Kurtlar Vadisi dizisi yasaklandı. İş lafa gelince anti yasakçı ve sansürcü olan aydınlardan çıt bile çıkmıyor. 12 Eylül dönemini solcular cephesinden anlatan bir dizinin yayını yasaklansaydı neler olabileceğini düşünebiliyor musunuz; ortalığı yerinden oynatırlardı. Bu ikiyüzlülük aslında bir insanın aydın ve entelektüel sayılmaması için yetip de artması gereken bir nedendir. Ama Türkiye’de insanlar kendi tavırlarının sorumluluğunu üstlenmezler. Kimse de onlardan hesap sormaz. Böylece kimsede utanma filan kalmaz ve ‘aydın’ diye bilinen insanlar ülke problemleri üzerinde fikir bildirmeye devam edebilirler. Utanmazlar, sıkılmazlar...

Yani şunu da söyleyeyim; Kurtlar Vadisi’nin yasaklanmasına illa da karşı olması gerekmez bir aydının. Ama bu sefer de dizinin yayından kaldırılmasına neden destek verdiğini anlatması gerekir. Bunu da yapamazlar; çünkü kendileri hakkında kurdukları efsane de böyle davranmalarına engeldir. O efsaneyi birçok insan yiyebilir ama ben yemem. Çünkü ben bu insanları tanıyorum. Nasıl düşündüklerini, nasıl yalanlar söylediklerini, yaşamlarıyla teorik düşüncelerinin nasıl da çeliştiğini çok iyi bilirim.

İkiyüzlü tavrını sergilemekte olan sol liberal çevreler, iş lafa geldiğinde halk değerlerine ve halka çok önem vediklerini, saygı duyduklarını söylerler. Ancak bu laflara rağmen sol liberal çevreler halktan hiç de hoşlanmazlar. Halkın tercihlerini küçük görürler. Bu hislerini açıklıkla ifade eden benim gibi insanları ne kadar da kınadıklarını anlatıp, yazarlar. Sonra da halkın görmek istediği bir dizi kaldırılınca, kimse halkın tercihlerinden söz etmeyi aklına getirmez. Onlar için halk, ancak sol fikirlere açık olduğu ölçüde sevilebilecek bir şeydir. Ama Türkiye’de halk hiçbir zaman onların istediği kıvama gelemez. Hiçbir zaman sola sempati duymaz. Bu nedenle aydınlar, halk hakkında bazı mitler, efsaneler yaratır ve kendi dediklerine kendilerini inandırırlar.

Açıkça söyleyeyim; ben halkın tercihlerine hiçbir zaman saygılı olmadım, önemsemedim halkı. Bu yüzden de kendimi onların sevdiklerini sevmek zorunda hissetmedim hiçbir zaman. Kurtlar Vadisi’nden de kaçınmaya çalıştım uzun süredir. Bu hayli güç oldu ama en azından uğraştım bunun için. Ama şimdi benim beğenime uymasa da bir dizinin sansürlenmesine tüm gücümle karşı çıkmayı görev sayıyorum. Bu tavrımın ‘aydın’a asıl yakışan tavır olduğunu düşünüyorum. Üstelik ben kendimi ‘aydın’ da saymıyorum. Sadece sorunlar üzerinde düşünmeye çalışan bir insanım ben o kadar. İşine geldiği zaman halk yalakası kesilen ‘Türk aydını’ndan sadece utanıyorum bugünlerde, o kadar...


Sonntag, Februar 04, 2007

Rauf Tamer / Hürriyet

Pazar notları

Ayı’na yıldızına kurban dediğimiz Türk Bayrağı, 100 bin kişilik cenazeye sokulamadı ama gitti bir katil’e poster oldu.

Bize de yine utanmak düştü.

Evet utanmak...
Hrant Dink vurulduğunda, vücudumu saran ilk duygu:
- Mahçubiyet.
Elbet başka duygular da düştü yüreğime ama en baskın olanı mahçubiyet.
Sonra? İşte o Bayrak’lı poster var ya, vallahi ikinci mahçubiyet dalgası olarak çarptı yüzüme.


Klasik sorudur:
Bu cinayet kime yarar getirir?
Hep öyle derler.
Lânet olsun.
Ben kime yarar’dan ziyade kime zarar getirir’in peşindeyim.
Kime zarar getirir?
Esasen “zarar”dan kasıt nedir kuzum?
Siyasi, ticari, coğrafi, tarihi... bütün unsurlar hele şöyle dursun, işin insani tarafı, asıl kimi yıkmıştır?
Söyler misiniz?
Dünyada mahçubiyetten daha büyük bir zarar var mıdır?
Telâfisi nedir?


Haberiniz olsun. Apronda deve kestiren zat, niye görevden alındığını hâlâ anlayamıyormuş.
Eminim ki posterdeki güvenlikçiler de görevden niye alındıklarını anlayamamışlardır.
Çünkü onlar iyi bir iş yaptıklarını zannettiler.
Türkler buna akılsız dost derler.
Ermeni bestekâr Bimen Şen ise, Kürdili Hicazkâr’dan seslenir:
Koparan sinemi ağyar elidir / Dost elinden yüreğim yârelidir.
Aynen öyledir.

Samstag, Januar 20, 2007

Hakan Albayrak / Yeni Safak

Hrant'ı vurdular içim yanıyor...


Doğu Konferası'ndan arkadaşım, Ortadoğu yollarından yoldaşım Hrant Dink katledildi. Ne diyeceğimi bilemiyorum.
İçim yanıyor.
Ermeni'ydi. Bu ülkenin çocuğuydu. Bu ülkeye bağlıydı.


1915'i elbette büyük bir acıyla anmakla beraber, o acıya asla yenik düşmedi; 1915 kâbusunun Ermenileri ve Türkleri esir almasına gönlü asla razı olmadı; o kâbusun aşılması ve bu ülkenin rahatlaması için elinden gelen her şeyi yaptı. Ne söylediyse, ne yazdıysa bu ülkenin selameti için söyledi ve yazdı.

Ermeni diasporasını soykırım vurgusundan ve Türkiye'yi köşeye sıkıştırma siyasetinden vazgeçip Türkiye'nin dostluğunu kazanmak için gayret sarf etmeye çağırmaktan dilinde tüy bitti. Ermeni'nin Türk'süz yapamayacağını, Türk düşmanlığının hem Türkiye Ermenilerini hem de Ermenistan'ı güç durumda bıraktığını bıkmadan, usanmadan haykırıp durdu.

Kürtleri de 'Türklerle yollarınızı ayırmayı aklınızın ucundan bile geçirmeyin!' diye uyardı.

Buna rağmen “Türk düşmanı” diye hedef gösterdiler onu. Yüce Rabbim, aklımı koru; Türk düşmanlığı ile canla başla mücadele ettiği halde “Türk düşmanı” diye hedef gösterdiler onu..

Ermeni diasporasını Türklerle didişmekten vazgeçmeye çağırdığı bir yazısını –inanamıyorum, gerçekten böyle bir yazısını– “Türk düşmanlığına” kanıt olarak göstererek hedef gösterdiler onu. Şimdi kına yaksın provokatörler. Hrant Dink'in yargılandığı mahkemede linç şovları yapan faşistler kına yaksın. Hedef vuruldu. Hrant Dink öldü.

İki yıl önce Doğu Konferansı heyeti olarak Ermenistan'a gitmiştik. Erivan Üniversitesi'nde Ermeni aydınlarıyla bir toplantı yapmıştık..

Toplantı esnasında bir delikanlı ayağa kalkıp “1915'te öldürülen masum Ermenilerin anısına bir dakikalık saygı duruşu” çağrısında bulunmuştu Hrant Dink öfkelenip “Ermeni, Türk, bütün masumlar için saygı duruşu!” demişti…

Ermeni, Türk; hepimiz onu saygıyla anmalıyız.
Ermeni, Türk; hepimizin başı sağolsun.

Samstag, Januar 13, 2007

Erdogan Aktas / Internet Haber

‘Gerçekçi’ bir AK Parti tahlili

Önyargıları ve düşünmeden yapılacak eleştirileri hemen yanıtlamak için peşinen şunu söyleyeyim ki, okuyacağınız yazı, AK Parti’ye destek veya bir AK Parti eleştirisi değildir. Sadece bir durum tespitidir ki; nedense insanlar bunu görmüyor ya da görmezden geliyor.

Gelin bundan 16 yıl öncesine gidelim. 1991 yılında yapılan ara seçimlerden, dönemin Refah Partisi büyük başarıyla çıkmıştı. Neticede, sadece birkaç ilçenin, yerel yöneticileriydi seçilen ve gerektiği kadar önemsenmedi. Belki politik küçümseme, dudak büzme. Bunu bir ‘tepki’ gibi algılayıp yok sayma. Ya da taktik.

Peki daha sonra ne oldu? Hemen söyleyeyim, önce İstanbul ve diğer büyük şehirler, ardından önemli iller ve ilçelerin bir çoğu, yerel seçimlerde Refah Partisi’ne geçti. Ve sonraki, daha sonraki seçimlerde de. Demem odur ki, bugünkü AK Parti’yi anlamak için, geçtiği süreci, seçim sonuçlarını ve takip eden seçimleri iyi değerlendirmek gerekir. Özellikle de yerel seçimleri.

Yerel yönetimler siyasi açısından olduğu kadar, seçmene, insana dokunabilme özelliği ile çok önemlidir. Eğer bir parti ya da bir kişi, yerel yönetici olarak seçiliyor ve ardından takip eden yıllarda da halkın oyunu almaya devam ediyorsa, bu noktayı iki defa düşünmek gerekir.

Özal’ın ANAP’ını bitiren yerel yönetimler olmuştur, tabii SHP-CHP’yi de. Peki bu zamana kadar AK Parti (RP, FP ve SP dönemlerini de dahil ederek) aldığı belediyelerden (birkaç istisna dışında) hangisini kaybetti takip eden seçimlerde. Tabi ki bazı ilçeler örnek olabilir. Ama İstanbul, Ankara, Bursa gibi kentlere bakarak yanıtını arayalım.

İstanbul Kağıthane’de kazanan bir belediye başkanı, parti adı değişse bile, aynı siyasi orijinine sadık kalarak, seçmene ulaşmayı hep başardı. Bakırköy’ü düşünsenize bir. Eski Bakırköy bölündü ve içinden kaç ilçe çıktı. Bunlardan kaçı şu an AK Parti yönetiminde değil?

AK Parti’nin büyümesini ve neticede ortaya çıkan sonucu, yani bugünkü tek parti iktidarını değerlendirirken, gelişim sürecini göz ardı etmemek gerekir. AK Parti’yi yerel seçimde iktidarda tutan anlayışı da iyi tahlil etmeli.
Tam tersi örnekler de verebiliriz tabi. Kadıköy ve Şişli’de de aynı partinin adayları yıllardır seçilme başarısını gösteriyor. CHP ne sonuç alırsa alsın, Kadıköy’deki kitle Belediye Başkanı’nın arkasında duruyor. Bunun bir nedeni olmalı değil mi?

Tıpkı RP, FP ve SP gibi, AK Parti de gökten zembille inmedi Türkiye’ye. Yapısı ve seçmen kitlesi nedeniyle taşralı ve Anadolulu olarak nitelenen AK Parti’nin, özellikle büyük şehirlerdeki oy oranı ve yerel yönetimleri taşımasındaki beceriyi neye bağlamak gerekir?

Sadece irtica tartışmalarının, sadece başörtü-türban ifadelerinin yer aldığı bir eleştiri biçimi, AK Parti’nin başarısızlığını değil, onu eleştiren siyasi yapının ideolojik kısırlığını ve tahlil beceriksizliğini ortaya koyar.

“Değişti-değişmedi” tartışmaları bile yanlış bir üslupla yürütüldü, hem AK Parti için, hem de Recep Tayyip Erdoğan için. Bir dönem elini öptükleri liderlerine-abilerine karşı çıkıp, parti içinde rakip olmak bile başlı başına bir değişim değil miydi? Başkalarının anladığı değişim ile siyasal İslam orijinli bir partinin ve onun tabanının anladığı değişim aynı değil. Sonuç mu?

Kimine göre başarı, kimine göre değil. Kimine göre kötü şehircilik örneği, kimine göre bedava dağıtılan kömür. Kimine göre İslami yapılanma, kimine göre artık rüşvetsiz iş yaptırma. Öyle ya da böyle. Sonuç ortada.

Mittwoch, Januar 03, 2007

Hadi Özisik / Star

Ağar, doğru yolu bulmuş ama...

DYP lideri Mehmet Ağar’a bir iyi bir de kötü haberim var.

Önce iyi haber... Aslında iyi haberi Ağar’a verdim. Sizinle de paylaşayım. Güneydoğulu bir milletvekili arkadaşımın şoförüyle konuşuyorum:

-Ağar’a ne diyorsun?

-Vallahi abi, ‘Düz ovada siyaset’ dedi ya, herkes ‘Ağar’ diyor! DYP lideri bu bilgiyi duyduğunda mutlu oldu tabii ki:

-İktidara geliyoruz!

Gelelim kötü habere...

Bayramdan önce Diyarbakır’daydım biliyorsunuz. Bir tek Ağar’ı sormadım Diyarbakırlılar’a. DTP lideri Ahmet Türk’le başladım. Ahmet Bey, kürsüde ben halkın arasındayım:

-İyi konuşuyor.

-He valla.

Bir başka köylü sohbetin tam orta yerinde itiraz ediyor:

-İyi konuştu da ne oldu. Heba oluyor oyumuz.

-Babam biz oyumuzun işe yaramasını istiyoruz.

Birkaç gün sonra Diyarbakır’dan bana misafir gelen bilgili, birikimli bir gençle DTP’nin durumunu konuşuyoruz:

-Ahmet Türk şikayet etti. Halkın kendilerini yalnız bıraktığını söyledi.

-Korkarım ki, DTP belediyeyi kaybedecek Diyarbakır’da.

-Neden?

-Güven sorunu var.

Diyarbakır’dayım tekrar. Diyarbakır’ın köylüsüyle sohbetimiz devam ediyor:

-Ağar da iyi konuşuyor.

-Oy içindir.

-He valla oy içindir.

Ben itiraz ediyorum:

-Yok canım.

Bir başka köylü son noktayı koyuyor:

-Ağar sonunda doğru yolu buldu ama işi çok zor. Kötü haber bu, Ağar gazete manşetlerinde itibar görse de Diyarbakır’da henüz tam manasıyla istediğini alabilmiş değil. Köylü Ağar’ın daha yolun başında olduğunu söylüyor.

İki parti var Güneydoğu’da...

CHP’nin adı hiç geçmiyor.

DTP ve AK Parti.

Köylü DTP konusunda karamsar. İktidar istiyor. Ve biliyor ki DTP iktidarı zor.

O halde... Köylüye soralım yine:

-Tayyip Bey nasıl peki?

-İyidir vallahi.

-Hortumu bitirdi.

Bir çiftçi itiraz ediyor:

-Çiftçi perişan! Öteki ‘doğru!’ diyor...

Bir başkası geçmişi hatırlatıyor:

-Ne çabuk unuttunuz 2001’i...

-Hak var hukuk var babam, bugün halimize şükrediyoruz.

Sözün özü şu: Diyarbakır’da siyaset yapanlar kabak gibi ortada. Siyasetin dışında kalanlar ise, samimi ve dobra...

Gidip görmek, konuşmak paylaşmak gerek. Siz de biliyorsunuz ki, uzaktan gazel okumak çok kolay!


Montag, Januar 01, 2007

Ugur Cilasun / Birgün Gazetesi

Zaman akıp gidiyor

Bütün gençler gibi 18 yaşıma kadar yıllar geçmeyi bilmedi. Ortaokulda.lisede okumaktan bıktım. Büyük hayallerim vardı.Umutlarım da. Sanki o geçmeyi bilmeyen yıllar biterse, ben de hayallerimi yakalayacaktım. Tolstoy gibi, Steinbeck gibi büyük romanlar yazacaktım. Aşklarım olacaktı. Ünlü biri olacaktım. Hayatım kitaplara, filmlere konu olacaktı.

20'li yaşlarıma böyle girdim. 20-40 yaşlarım, hayatın gerçekleri ile yüzleştiğim yıllardı. Büyük beklentiler.büyük hayal kırıklari;büyük umutlar, büyük acılar;ev, çocuklar, şirin mutluluklar. Ve sükunet. Artık kendinden fazla, çocuklar için kurulan hayaller.

Gerçeği kabullenme. Bu olduğundan daha fazlası olamayacağının bilincine varma. Kendinle barışma. Her yeni yılda hayatında yapmayı düşündüğün değişikliklerin sıradanlaşması. Örneğin, sigarayı bırakma, içkiyi azaltma, spor yapma sözleri. Hiç birini tutamama, ertesi yıla devretme.

Evvelki hafta sonu 6o'ımı bitirdim. Kızım aradı, kutladı. "Artık orta yaşlı bir baban var" dedim. Güldü, "şimdi orta yaşsa sonrası ne olacak?" dedi, "üst orta yaş.yukarı orta yaş " dedim. Çok güldü.

Artık hayal kuramıyorum. Kendim ile ilgili beklentilerim bitti galiba. Buna canım sıkılıyor. O zaman Tevfik Fikret'e sığınıyorum:


"Sen zanneder misin ki benim hep elemlerim Heyhat,ben nevaib-i eyyamı inlerim"
(Sanılmasın ki ben kendi acılarımı dile getiri-yorum.Dediklerim, günün dertleridir.)

Öteden beri "toplumcu" bir insandım. Babam benim için "diğergamsın" derdi. Kendi hayallerimi içimde saklı tutardım ama başkalarının hayatlarını iyiye değiştirmek için kurduğum düşleri herkesle paylaşırdım. Bunun için sosyalist oldum. Bunu becerip kendi kendimin kahramanı olmak istiyordum. Bunun için siyaset yaptım. Bazen düşünürüm: "İsveç'li bir doktor olsaydım siyasetle ne işim olurdu?" Mesleğimi yapardım. Belki o zaman roman bile yazabilirdim. Memleket meseleleri beni böyle yoğun ilgilendirmezdi. Hem orada siyasetçileri pek tanımıyorlar ama işlerini iyi yapanları tanıyorlar. Böylece ünlü de olabilirdim.

Zaman akıp gidiyor. Gene de "iyi ki yaşamışım" diyorum. Pablo Neruda aklıma geliyor. "Yaşadığımı İtiraf Ediyorum" diye yazmıştı. Benimki o kadar yüksek sesle yapılabilecek bir itiraf değil ama ben de içimden itiraf ediyorum.

Artık eskisi kadar yüreğim yırtılarak;


"Güzel günler göreceğiz çocuklar.
Güneşli günler göreceğiz" diyemiyorum ama Türkiye'de bile zamanın insanları daha iyiye, daha güzele götürebileceğine dair bir ışık yüreğimin bir yerinde yanmaya devam ediyor.

Bir "yeni yıl yazısı" yazayım dedim, böyle karman-çorman bir yazı oldu. 2007 yılının herkese büyük umutlar, güzel hayaller vermesini diliyorum.
Tüm dostlarımın.arkadaşlarımın, yoldaşlarımın, okurlarımın yeni yılını ve bayramını kutluyor, sağlıklar diliyorum.



Mittwoch, Dezember 27, 2006

Emin Pazarci / Bugün Gazetesi

Uzakdoğu’da Türk olmak

Tarihler 26 Aralık 2004'ü gösteriyordu. İnsanlık tarihinin en büyük felaketlerinden biri Endonezya ve Sri Lanka'da yaşandı.

Saatte 600 kilometre ile gelen tsunami öyle bir vurdu ki... Bölgede aylarca ceset toplandı. Sadece Kızılay görevlileri bile küçücük bir hastane inşaatı sırasında toprak altındaki 7-8 cesetle karşılaştı. Türkiye ise, felaketin ilk gününden itibaren oradaydı. İki yıl gibi kısa sürede bölgeye damgasını vurdu. Kızılay Genel Başkanı Tekin Küçükali, felaketin ikinci yıldönümünde Endonezya medyasına bir yemek verdi.

Yemekte konuşan Endonezya Yeniden Yapılandırma Kurumu Başkanı Kuntoro Mangkysubrodo, "Burada öyle işler yaptınız ki" dedi: - Bizim standartlarımızı yükselttiniz. Banda Aceh'teki insanlara yeni ufuklar açtınız. Medeniyet getirdiniz. Türk Heyeti, Endonezya'ya geçmeden Sri Lanka'ya da uğradı. Türkiye için Sri Lanka'daki felaketi anma töreni üç gün önceye çekildi. Yetmedi, bu kadarla da kalmadı... Sri Lanka Cumhurbaşkanı Mahinda Rajupaksa üç bakanını da yanına alarak törenlere katıldı.

Ülkesindeki Türk köyünün açılışını Devlet Bakanı Mehmet Ali Şahin ile birlikte yaptı. Sri Lanka, Budistler'in ağırlıkta olduğu bir ülke. Sadece yüzde 10'luk bir kitle Müslüman. Kızılay Genel Başkanı Tekin Küçükali, Başkent Kolombo'da tarihi bir camiye gitti. Çevreyi incelerken yanına sakallı bir genç yanaştı: - Siz nereden geldiniz? Niye etrafı inceliyorsunuz? Küçükali'nin "Ben Türk Kızılayı'nın başkanıyım" demesi ile caminin içi hareketlendi. Sri Lankalı Müslümanlar, hemen konuklarını imam odasına götürdüler. "Siz bizim göğsümüzü kabarttınız" dediler: - Siz burada bir Türk köyü yapmışsınız. Orada Budistler için bir de tapınak inşa etmişsiniz. Budist rahipler bunun için bize gelip "Kızılhaç'tan istedik olmadı, ama Türkler bize tapınak yaptı" dediler. Yaptığınız tapınak için Budistler adına camiyi ziyaret edip, bize teşekkür ettiler.

Felaketin ikinci yıl dönümünde Kızılay Heyeti ile birlikte Devlet Bakanı Mehmet Ali Şahin ve Başbakanlık Müsteşarı Prof. Dr. Ömer Dinçer de bölgedeydi... Ömer Dinçer, "Kızılay artık ulusal değil, küresel bir örgüt oldu" dedi: - Eğer yardım götürdüğünüz bölgelerde halk sizi alkışlıyor ve Türk bayrakları sallıyorsa, katlandığınız maliyetin fazlasını alıyorsunuz demektir. Sri Lanka ve Endonezya'da gördüklerimiz bizi duygulandırdı. Türk olduğumuz için iftihar ediyoruz. Son sözü de Devlet Bakanı Mehmet Ali Şahin söyledi: - Biz buralara sadece yardım amacıyla geldik. Ama, bize başka kapılar ve gönüller de açıldı. Hepimiz burada gördüklerimizden gurur duyduk, iftihar ettik. Kızılay Heyeti ile birlikte Endonezya ve Sri Lanka'ya giden herkes, Türk olmanın hazzını yaşadı!

Freitag, Dezember 22, 2006

Serdar Turgut / Aksam

Kriz tedirginliği

Türkiye’nin başaracağı çok iş var ve motor güç de iş dünyası olacak. Yeter ki siyaset, krizleri ile engelleyici rol oynamasın.

İşte bu nedenle bu gazete serbest rekabeti, piyasa ekonomisini, hür girişimciliği ve Avrupa Birliği’ni destekliyor, desteklemeyi de sürdürecek. Çocuklarımızın geleceğinin o ortamda iyi olacağına inanıyoruz...

Erken seçim ve sine-i millete dönüş konularında tavrını netleştirmeye çalışan CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, iş dünyasının ise anlamlı sessizlik içinde olduğu yorumunu yaptı.İş dünyasının hem tedirgin hem de anlamlı bir sessizlik içinde olduğu doğrudur. İş dünyası 2007 yılında seçim, cumhurbaşkanlığı meselesi gibi konularda siyasi kriz çıkması ihtimaline karşı son derece tedirgindir. İş dünyası zaten globalleşen dünyada büyük baskılar altında ve büyük rekabet koşullarında iş yapmaya çalışmaktadır. Bu dünyanın istediği en son şey; siyasi düzeyde yaşanabilecek aksamalardır.

İş dünyası bu ülkenin geleceğini kurma işine çoktan soyunmuş durumda. Gelecek kuşaklar için büyük yatırımlara ve ortaklıklara gidilmiştir. Cesurca atılan bu adımların olduğu dünya da çok kırılgandır. Tayland’da yaşanan olaylara bir bakın; orada hükümetin serbest piyasaya müdahale eden bir tavır sergilemesi, ülke ekonomisini bir anda tehlikeye atmıştır. Büyük miktarda sermaye çıkışları yaşanmış ve hükümet bir günde kararlardan geri dönmüştür.

Türkiye’de de bir Anayasa fırlatılması olayıyla yaşananları iyi hatırlayan iş dünyası, siyasi düzeyde çıkabilecek bir karışıklığa hiç yumuşak bakamıyor ve gayet tabii ki anlamlı bir sessizlik içinde.Ancak ileride olabilecek bir siyasi krizin şu andaki tedirginliği bile piyasalara son derece olumsuz yansımıştır. Ülkenin makro dengelerine bakıldığında belki bir kriz görünmüyor olabilir ama yakın çevrenizde son zamanlarda iş aramaya çalışan bir tanıdığınız varsa ülke ekonomisinin durumunu ona sormanızı tavsiye ediyoruz. İş bulmak son günlerde gittikçe daha fazla zorlaştı. Anayasa fırlatılmasıyla başlayan krizde de en büyük darbeyi yiyenler ülkenin eğitimli, mesleğe sahip insanlarıdır. Birçok kişi işsiz kalmış ve hayatları alt üst olmuştu. Şimdi de iş bulmak neredeyse imkansız.

Halbuki bu ülkenin işadamlarının büyük projeleri ve hayalleri, Türkiye’yi ileriye taşıyacak potansiyelleri de var. Gençler bunu anlıyor ve bu yüzden siyasetten soğuyorlar. Çünkü siyaset kriz çıkarma kaynağı olarak görülüyor.Bu bağlamda Avrupa Birliği’nin ne kadar hayati önemde olduğunu görmek de gerekiyor. Türkiye’nin iş dünyası Avrupa Birliği üyeliğine çoktan hazırdır ve gelecek planları da buna göre yapılmaktadır. İş hayatına yeni atılan Türk insanı da bu gerçeği net olarak görmektedir. Türkiye’nin başaracağı çok iş var ve motor güç de iş dünyası olacak. Yeter ki siyaset, krizleri ile engelleyici rol oynamasın.

İşte bu nedenle bu gazete serbest rekabeti, piyasa ekonomisini, hür girişimciliği ve Avrupa Birliği’ni destekliyor, desteklemeyi de sürdürecek. Çünkü çocuklarımızın geleceğinin o ortamda iyi olacağına inanıyoruz...

Samstag, Dezember 16, 2006

Ali Colak / Zaman

Mevlânâ kokusu

Ayların da bir ruhu, sesi ve kokusu olduğuna inanırım. Mayısta hanımeli saltanatı... Haziran baygındır biraz; ıhlamur kokar bütün bütün. Ağustosta kavun, karpuz kokusu… Eylül ayva kokar bir de yeni açılmış kurşun kalem…

Ve yazık ki karanlık bir örtü gibi 'ihtilal'dir nicedir eylülün bir adı. Zulüm kokar, acı kokar. Kopkoyu bir ihanettir, ebedi bir kirletiş… Ekimde deniz ve balık… Kasımda çürümüş yaprak kokusu. Aralık kesif bir kükürt… Sahiden var mıdır bu kokular, yoksa ben mi uydururum; öyle olmasını isterim, bilmem!.. Zaten insan, o sonsuz zamanı başka türlü nasıl sınırlandırır, nasıl kendine yakınlaştırır, nasıl içli dışlı olur onunla?

İnanırım, ayların da bir kaderi vardır. Bizimkiyle iç içe yürüyen, bizimkine şahitlik eden yahut bizimkini sarıp sarmalayan… Yıllar, yıllar önce bir yazımda, eylülün nisan'a aşkını anlatmıştım. Eylülün bütün hüznünün, kırılganlığının ve sabırsızlığının sebebi bu kavuşmasız aşktır, demiştim. Doğrudur, âşık olur günler ve aylar da, üzülür, sevinir, yazıklanır… En azından biz, ruhumuzun iklimine göre böyle böyle haller yakıştırırız onlara.

Nesneleri, zamanı, mekânı ehlileştirip kendine yâr etmenin bir yolu da, onlara insani bir kısım kıpırtılar, sıcaklıklar bulaştırmaktır. Hafızamıza kazınmış aşklar, acılar; yitiriş ve buluşlar, günlerin yüzüne mıhlanıp kalır ve zamanın adı olur kendiliğinden. Vakti gelince bize sormadan çıkıp gelirler saklandıkları kuytulardan. Tıpkı âşina kokular, bizde hatırası olan sesler gibi. Biz oradayızdır artık, onlarlayızdır. Yaşamak, biraz da hatırlamak değil midir, hatırlayıp yeniden yaşamak... Aylara bakmak, kendimize bakmaktır; öznel tarihimize. Doğumlara ve ölümlere; kavuşmalara ve ayrılıklara… Burada Zeki Coşkun'un o harikulade kitabını hatırlamamak mümkün mü? 'Ay Olsun Aynam', (Yeniyaz Yayınları) ayların öznel tarihiydi bir bakıma ve ne dokunaklı metinlerdi onlar!..

Ayları bir de yazarların, şairlerin adlarıyla anmayı severim ben. Doğduğu yahut öldüğü ayı, adıyla doldurur bir yazar. Onun hatırası bütünüyle kaplar artık o zamanları. Vakti geldiğinde günleri, haftaları değil, onu anar, onunla meşgul oluruz. Haziran nedir? En çok Cemil Meriç'tir, Cahit Zarifoğlu'dur… Kasım, Yahya Kemal'dir, Cahit Sıtkı ekimdir… Ekimde doğup ekimde ölmüştür… Aralık?.. Baştan sona Mevlânâ'dır… Biraz da Mehmet Akif ve Necatigil… Mevlânâ'nın Şeb-i Arus'u öyle kuşatır ki iklimi, bütün ay boyunca hatırası aramızda yaşar; yeniden yeniden hatırlatır kendini. İşte bakın, şimdi her yerde onun adı anılıyor, her mekânda onun Mesnevi'sinden dizeler okunuyor. Ve bir şehir, misafir olduğu Konya, bütün bütün Mevlânâ oluyor gece gündüz.

Aralık Mevlânâ'dır ve bunda bir hikmet vardır şüphesiz. Gözler, çoktan gelecek yeni yıla çevrilmiştir. Ölü doğmuş bir aydır aralık, yaşanmadan buruşturulup atılır. Dağlarca'nın o güzelim kelimesiyle, 'yaşamasız' kalır, hatırasız... İşte Mevlânâ, o düğün gibi ölümüyle bu haksızlığı silmek ister gibidir. Şeb-i Arus, sönmüş ocağın ateşini körükler, mumlara ışık verir ve pervaneleri habire dönmeye, aşkın katına çıkmaya çağırır. Bitip giden yıla bir hüsn-i hatime olur... Ve sevilir, bitişleri hatırlatan, ne hatırlatması, adamakıllı yaşatan aralık, her şeye, her şeye rağmen sevilir. Bir vuslat şarkısıyla uğurlanır eskimiş yıl ve sislerin, karaltıların arasından umut çıkar gelir. Konuşan Mevlânâ'dır: "Her gün bir yerden göçmek ne iyi / Her gün bir yere konmak ne güzel / Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş!/ Dünle beraber gitti cancağızım, / Ne kadar söz varsa düne ait / Şimdi yeni şeyler söylemek lazım…"

Mittwoch, Dezember 13, 2006

Mine Alpay Gün / Milli Gazete

Dizilerdeki şiddet ve ahlak erozyonu


Televizyonların reyting uğruna harcadıkları değerler korkutucu boyutlara ulaştı. İnsanların sanal alemin kahramanları ile kendilerini özdeşleştirmeleri sonucunda ortaya dehşet manzaralar çıkabilmekte. Özellikle zayıf karakterli ve hastalıklı bir ruh taşıyanlar için bu kahramanlar, örnek alınacak yegane kişiliklerdir. Hatta giderek zamanla bu kişiler, film karakterlerinin yerinde kendilerini görmeye bile başlarlar.

Son yıllarda Türkiye televizyon izleyicisi gençler ve hatta çocuklar için bile; Kurtlar Vadisi bir başucu kitabı gibi hayat klasiği oldu. Bilgisayarlarda cd’leri defalarca seyretmeye doyamayan gençler kafa kesme sahnelerini izlerken kendilerinden geçtiler. Vahşi bir öldürme ve cinayet kültürü edinen gençler bu yeni bilgileri kullanmakta geç kalmadılar. Okullarda şiddet olayları arttı. Gençler ustaca birbirlerine bıçak çektiler. Hatta evden babasının silahını kapıp gelen ya da harçlıklarını biriktirip Rus pazarından tabanca satın alanların sayısında artış oldu. Bu silahların işlevleri ise can alarak duyulmaya başladı. Liseli gençler birbirlerini tarayıp kimi hapse kimi mezara düştü. Hatta bayramda seri cinayetler işleyen iki gencin bu diziden etkilenmediğini kim iddia edebilir ki. Dizi aile hayatını da çok kötü etkiledi. Hollanda’da genç bir kayınvalide; bizim damat Kurtlar Vadisini hanımından daha çok seviyor. Cd’lerini sabaha kadar tekrar tekrar seyretmeye doyamıyor, demişti.

Bugünlerde tartışılan diğer bir dizi ise; seyretmeye vakit ayırmadığım Binbirgece. Ahlaksız Teklifin Türk versiyonunda bu kez hasta çocuğu için bir gecelik namus satışında bulunan annenin masumiyeti toplumun insafına sunuluyor. Kadın duygusallığına, evet ben de çocuğum için aynısını yapardım demesi dayatılırken; erkek dünyası kırılan onurlarını tamir için zengin patrona kafa tutma duyarlılığını gösteriyor neyse. Önce bir köşe yazarı meseleye dikkat çekiyor. Ardından diğer meslektaşları koyunların dereden atlayışı gibi peşine takılıyorlar da Türkiye toplumuna dayatılmak istenen bir defacık zinanın zaruret miktarı olup zinadan sayılmayacağı hükmü alaşağı ediliyor. Toplumun din ve ahlaktan uzak kesimi için zaten her yol mubah. Fakat kendi halinde insanların, evlat için ajitasyonu ile; ahlak erozyonuna onay vermeleri gibi bir sonucu da bu toplum hiç haketmiyor. Erdemin, değerlerin korunması adına yapılan çalışmaların saygınlığını yitirdiği yerde, ahlaksızlık için bu derece çaba harcanması insanı korkutuyor. Başıörtülü kadınların toplumdan dışlandığı bir süreçte namuslarını bozuk para gibi harcayanların baştacı edilmesi ateşle oynamakla aynı anlama gelmekte. Saygınlığın ahlaksızlığa tanınması insanı çok üzmekte.

Ahlaksızlığın kadınla ilgili boyutu dikkatimizi çabuk çekmekte. Fakat erkek ahlaksızlığı üzerinde fazla da durmuyor bizim toplum. Kadına ahlak dersi veriyor ama konu erkek olunca onun doğal hakkıymış gibi ya da daha tehlikelisi bütün erkekler hep fırsatçı hep ahlak düşmanı gibi bir genelleme de toplumda kabul görmekte. Dizideki para karşılığı namus satın alan patronun düştüğü alçaltıcı dram, temiz erkeklerin de vicdanlarını sızlatmakta. Böyle onursuz, böyle acımasız, insanlıktan, şefkat ve merhametten, sevgi ve saygıdan uzak; hayvani bir pozisyona düşebilmeyi her erkek kabul edebilir mi acaba? Bu diziler çevrilirken asıl erkek dünyasına, insanın öteki yarısına çok büyük bir kötülük yapıldığı düşünülmüyor mu acaba? Nitekim ilkokul öğrencisi çocuk, arkadaşına ahlaksız teklifte bulunduğu için olayı ortaya çıkaran öğretmen dizinin kanalı tarafından taşa tutulabilmekte.

Erkek dünyasını alçaltma galiba biraz daha fazla yapılmakta. Fakat toplum bunun üzerinde fazla durmamakta. Yine o klasik Ayşe’ nin namusunu koruyup, Ali’nin namussuzluğunu görmezden gelerek, ya da nasıl olsa o erkek yapar ön kabulü ile hareket edildiği için ortaya benzer şeyler çıkmakta. Bir başka dizi Avrupa Yakası’nda da bu olgu çokça işlenmekte. Dizinin delikanlı Sacit’i bir kızı sevmesine karşın eve hayat kadınlarını getirebilmekte. Üstelik dizinin senaristi kadın. Bir kadın olmasına karşın, hayat kadınlarını çok kötü betimleyebilmekte; hemcinslerini kötü yolda da olsa oldukça berbat bir konumda gösterebilmekte. Sacit’in delikanlı karakterinin eve başka kadınları getirmesinin çok doğal olduğu izlenimi, erkek dünyasını çok yaralayıcı bir hakaret. Bu tavrın da yeni yetişen nesil için örnek alınacağı çok aşikar. Belki dizi yapımcıları kendilerinin ahlak hocası olmadığını savunacaklardır ama ahlaksızlık eğitmeni gibi davranmayı alışkanlık haline getirdiklerini anlasalar iyi olacak...

Freitag, Dezember 08, 2006

Ertugrul Özkök / Hürriyet

Egosu kulaklarından fışkıranlar

UZUN yıllar genel yayın yönetmenliği yapmış yabancı bir gazeteci dostum bir gün şunu söylemişti:

"Genel yayın yönetmenliği, egosu kulaklarından fışkırmış insanların çalıştığı gazeteleri yönetme sanatıdır."

Bana abartılmış, hatta insafsız bir değerlendirme gibi görünmüştü.Ama aradan yıllar geçtikçe, kendi kendime "Acaba bu abartılmış yargıda belli bir gerçek taraf da yok mu" diye düşünüyorum.Yaptığımız meslek, sahip olduğumuz köşeler ister istemez egolarımızı da sivrileştiriyor.Tabii bunun ölçüleri de var.Bazılarımız bu egoları kontrol edebiliyoruz.Bazılarımız ise tanrılar katına çıkmış, arzın merkezinde kendisine taht kurmuş.Her gün o tahttan, aşağıdaki ölümlüleri yargılıyor, mahkûm ediyor."Sadece ben ve birkaç arkadaşım, dürüst, namuslu ve erdem sahibiyiz, geriye kalan herkes pisliğe bulaşmıştır" duygusu, bu ego hastalığının terminal safhasıdır.Artık hiçbir zihni kemoterapi bu hastalığı iyileştiremez.Bunlar kim midir?Etrafınıza bakın, en çok "Ben bunu yazmıştım", "Bunu ilk ben yazmıştım" diye durmadan göğsünü yumruklayan, böbürlenen kim varsa önce onlardır.Eğer böyle zihni hastalıktan mustarip bir gazeteci değilseniz şunu çok iyi bilirsiniz.Gazetecilik hata yapma riskini göze alma mesleğidir.Daha doğrusu gazetecilerin hata yapma özgürlüğü de vardır.Ama bu özgürlük, aynı zamanda tespit ettiğiniz hatayı düzeltme görevini de üzerinize yükler.

Ben tanrılar katına çıkamamış bir gazeteciyim.İnsani zaaflarım, zaman zaman bana hata yaptırır.O zaaflar aynı zamanda mesleğe bakışımı zenginleştiren bir etkide de bulunur. Çünkü zaaflarım, en insani yanımdır ve o yanım, sağ omzumdaki melek gibi beni korur, doğru yola gitmeye zorlar.Zaman zaman şeytana uymam dersem de yalan söylemiş olurum.Geçen gün televizyonda Başbakan Tayyip Erdoğan’ın AKP Grubu’nda İran gezisi ile ilgili değerlendirmesini dinliyordum.İran’la ve Ortadoğu’daki öteki ülkelerle ilişkilerin gelişmesini anlatıyordu.Ben, AKP’nin Ortadoğu politikalarını çok eleştirdim.HAMAS’ın Türkiye’ye davet edilmesinin yanlış olduğuna hálá inanıyorum.Türkiye’nin İkinci Körfez Savaşı sırasında Kuzey Irak’a asker göndermemesini tarihi bir hata olarak görüyorum.Ama eleştirdiğim başka bazı konularda da, şimdi sonuçlarına baktığım zaman doğru işler yapıldığını görüyorum.Bölge ülkeleri ile olan ilişkilerde doğru ve etkili adımlar da atılmış.Mesela İran ve Suriye ile ilişkilerin geliştirilmesi çok yerinde olmuş.Türkiye bölgede hakikaten sözü dinlenen bir ülke haline geliyor.Üstelik bunu yaparken bir zamanlar Necmettin Erbakan’ın Kaddafi çadırlarında düştüğü trajik durumlara hiç düşülmemiş.Kısaca dış politikanın bu ayağı iyi yürüyor.Hükümetin dün Kıbrıs konusundaki bir atağı da bence müthiş bir diplomatik başarıdır.

Buna karşılık beni çok endişelendiren bir gidiş de var.İlk bakışta bu bir dış politika sorunu değil, ülkenin içini ilgilendiriyor.Ama bu sorunun çözümü de yine dış politikadan gelecek.Bir süredir Türkiye’de Batı aleyhtarlığı alabildiğine büyüyor.Bunun bir nedeni ABD’nin Irak’ta yürüttüğü savaş.Öteki de PKK terörünün Türk halkında yarattığı nefret.Türkiye’nin Amerika Birleşik Devletleri, İsrail ve Avrupa ile ilişkileri de aynı etkileyici boyuta getirildiği takdirde bu, Türkiye’nin de dünyanın da lehine olacak diye düşünüyorum. Yani Ortadoğu ülkelerinin gözünde Türkiye düşmanlığını silen Başbakan ve Dışişleri Bakanı’nın, şimdi Türk kamuoyunda yerleşmeye başlayan Batı aleyhtarlığını da düzeltmek için adımlar atması gerektiğine inanıyorum.Erdoğan-Gül ikilisi bunu da başarırsa, Türk dış politikası altın devrini yaşayacaktır.Son 4 yılda yapılanlara bakınca, bunun da imkánsız olmadığı kanaatine varıyorum.

Dienstag, Dezember 05, 2006

Mehmet Ali Birand / Hürriyet

Türkiye Avrupa’ya, bir kaç numara büyük geldi…

Brüksel’de inanılmaz bir pazarlık yaşanıyor. Türkiye projesini toprağın en derinlerine gömmek isteyenlerle, nefes alma imkanı vermek isteyenler kıyasıya savaşıyorlar. Bakın kim hangi cephede pozisyon alıyor ve ne öneriyor?

Avrupa Birliği Türkiye’den rahatsız oldu. Büyüklüğü ve içeri girdiği zaman dengeleri alt üst etme olasılığından korktu ve müzakerelerin yavaşlatılması konusunda, üyeler arasında bir uzlaşı doğdu.

Kimi, tamamen kendi iç politikalarındaki çalkantılardan, kimi tamamen farklı nedenlerle, tam üyelik müzakereleri daha doğru dürüst başlatılamadan, “nefes alma” ihtiyacı duydular. Bunu gerçekleştirebilmek için de bir bahane gerekiyordu ve uluslararası kamuoylarına en kolay anlatılabilinecek veya haklılık payının yüksek olduğuna inandırılabilinecek konu Kıbrıs idi. Kıbrıs’ı bahane olarak seçtiler. Papadopulos şanslıymış, hiçbir şey yapmadan, hiç hakketmediği şekilde kazançlı çıktı. İlerde, bugün onu omuzlarında taşıyanlar, başka gerekçelerle cenazesini de taşıyacaklar, ancak biraz zaman geçmesi gerekecek.

Bugün yaşanan durumu şöyle özetleyebilirim:

Türkiye Avrupa’ya, bir kaç numara büyük geldi.

Hani, bir elbise veya ayakkabı denersiniz, üstünüze geçirdiğiniz anda hissedersiniz. Çok büyüktür. İşte aynen böyle bir durumla karşı karşıyayız.

Yaşananların Türk dostluğu veya Türk düşmanlığı ile hiçbir ilgisi yok.

Avrupalı siyasiler, bizim politikacılarımızdan farksızlar. Günü gününe yaşıyorlar. Uzun vadeli düşünmüyorlar. Vizyonları yok. 10-15 yıl sonrasındaki kazançlar onları ilgilendirmiyor. Onlar da, bizimkiler gibi bu yılki veya iki yıl sonraki seçimleri düşünüyorlar. Nasıl Kıbrıs umurlarında değilse, uzun vadeli çıkarlarını da hesaplamıyorlar. Yarın işlerine geldiğinde göreceksiniz, Papadopulos’u bırakıp, Türkiye’yi omuzlarında taşıyacaklardır.

Şu yaşadıklarımız, tipik Uluslararası bir dengeler ve pazarlıklar oynudur. Kişiselleştirmeyelim ve dost-düşman komplekslerine girmeyelim.

Şimdi gelelim bugünkü duruma…

İKİ AYRI CEPHE OLUŞTU VE KILIÇLAR ÇEKİLDİ…

HAYIR CEPHESİ: Fransa, Almanya, Avusturya, Hollanda, Danimarka, Kıbrıs ve Yunanistan’ın başı çektiği bu grup 11-12 Aralık Dışişleri Bakanları toplantısında, Avrupa Komisyonu’nun tavsiye kararının ağırlaştırılmasını istiyor:


1. Askıya alınan bölüm sayısını 8’den 10’a çıkarılması.
2. 18 ay süre tanınması ve bu süre sonunda Türkiye limanları açmamışsa, askıya alınan bölüm sayısının daha da arttırılması.
3. Kıbrıs’ta çözüm için BM’nin harekete geçirilmesi tavsiyesinden vaz geçilmesi.

Bu değişikliklere bakınca, AB Komisyonu tavsiyelerinin sanıldığı kadar kötü ve kısıtlayıcı olmadığı anlaşılıyor. Bundan dolayı da, ne yapıp edip Avrupa Komisyonu önerilerinin değişmemesi, bırakın hafifletilmesini, daha da ağırlaştırılmadan kurtarılması, Türkiye’nin çıkarlarına daha uygun düşüyor. Hükümet hafifletme istiyor. Gayet tabii isteyecek. Ancak bizler bilelim ki, ehven-i-şer, Komisyon’un tavsiyeleridir.

EVET CEPHESİ: İngiltere, İspanya ve İtalya’nın başını çektiği bir başka grup ise, Türkiye’ye kesilen cezanın hafifletilmesi için mücadele ediyor. AB toplantılarında bir kararın alınabilmesi uzlaşıya bağlı. Birinin HAYIR demesi, kararı bloke edebiliyor. EVET’çilerin en büyük avantajları da bu. Kararı bloke edebilecekler, ancak karar alınamaması Türkiye açısından avantaj yaratmıyor. Zira böyle bir olasılıkta, Kıbrıs herşeyi bloke edeceğinden dolayı, müzakereler fiilen donacak.

Özetle, HAYIR’cılar Türkiye ile müzakereleri mümkün olduğu kadar derine gömmeye çalışıyorlar. Hiç değilse birkaç yıl boyunca, Türkiye konusunun tekrar gündemlerine gelmemesini sağlamak istiyorlar. EVET’çiler ise, tam aksine Türkiye’yi mümkün olduğu kadar toprağa yakın tutmak istiyorlar ki, konjonktür değişir değişmez hızla hareketlenilebilsin.

Avrupa birşeyi unutuyor: Türkiye’nin Avrupalılığına onlar karar veremeyecekler. Ona bizler karar vereceğiz. Türkiye’den kurtulamayacaklar.