Makalelerin iceriginden, editörlügümüz veya dernegimiz sorumlu degildir.

Samstag, Dezember 16, 2006

Ali Colak / Zaman

Mevlânâ kokusu

Ayların da bir ruhu, sesi ve kokusu olduğuna inanırım. Mayısta hanımeli saltanatı... Haziran baygındır biraz; ıhlamur kokar bütün bütün. Ağustosta kavun, karpuz kokusu… Eylül ayva kokar bir de yeni açılmış kurşun kalem…

Ve yazık ki karanlık bir örtü gibi 'ihtilal'dir nicedir eylülün bir adı. Zulüm kokar, acı kokar. Kopkoyu bir ihanettir, ebedi bir kirletiş… Ekimde deniz ve balık… Kasımda çürümüş yaprak kokusu. Aralık kesif bir kükürt… Sahiden var mıdır bu kokular, yoksa ben mi uydururum; öyle olmasını isterim, bilmem!.. Zaten insan, o sonsuz zamanı başka türlü nasıl sınırlandırır, nasıl kendine yakınlaştırır, nasıl içli dışlı olur onunla?

İnanırım, ayların da bir kaderi vardır. Bizimkiyle iç içe yürüyen, bizimkine şahitlik eden yahut bizimkini sarıp sarmalayan… Yıllar, yıllar önce bir yazımda, eylülün nisan'a aşkını anlatmıştım. Eylülün bütün hüznünün, kırılganlığının ve sabırsızlığının sebebi bu kavuşmasız aşktır, demiştim. Doğrudur, âşık olur günler ve aylar da, üzülür, sevinir, yazıklanır… En azından biz, ruhumuzun iklimine göre böyle böyle haller yakıştırırız onlara.

Nesneleri, zamanı, mekânı ehlileştirip kendine yâr etmenin bir yolu da, onlara insani bir kısım kıpırtılar, sıcaklıklar bulaştırmaktır. Hafızamıza kazınmış aşklar, acılar; yitiriş ve buluşlar, günlerin yüzüne mıhlanıp kalır ve zamanın adı olur kendiliğinden. Vakti gelince bize sormadan çıkıp gelirler saklandıkları kuytulardan. Tıpkı âşina kokular, bizde hatırası olan sesler gibi. Biz oradayızdır artık, onlarlayızdır. Yaşamak, biraz da hatırlamak değil midir, hatırlayıp yeniden yaşamak... Aylara bakmak, kendimize bakmaktır; öznel tarihimize. Doğumlara ve ölümlere; kavuşmalara ve ayrılıklara… Burada Zeki Coşkun'un o harikulade kitabını hatırlamamak mümkün mü? 'Ay Olsun Aynam', (Yeniyaz Yayınları) ayların öznel tarihiydi bir bakıma ve ne dokunaklı metinlerdi onlar!..

Ayları bir de yazarların, şairlerin adlarıyla anmayı severim ben. Doğduğu yahut öldüğü ayı, adıyla doldurur bir yazar. Onun hatırası bütünüyle kaplar artık o zamanları. Vakti geldiğinde günleri, haftaları değil, onu anar, onunla meşgul oluruz. Haziran nedir? En çok Cemil Meriç'tir, Cahit Zarifoğlu'dur… Kasım, Yahya Kemal'dir, Cahit Sıtkı ekimdir… Ekimde doğup ekimde ölmüştür… Aralık?.. Baştan sona Mevlânâ'dır… Biraz da Mehmet Akif ve Necatigil… Mevlânâ'nın Şeb-i Arus'u öyle kuşatır ki iklimi, bütün ay boyunca hatırası aramızda yaşar; yeniden yeniden hatırlatır kendini. İşte bakın, şimdi her yerde onun adı anılıyor, her mekânda onun Mesnevi'sinden dizeler okunuyor. Ve bir şehir, misafir olduğu Konya, bütün bütün Mevlânâ oluyor gece gündüz.

Aralık Mevlânâ'dır ve bunda bir hikmet vardır şüphesiz. Gözler, çoktan gelecek yeni yıla çevrilmiştir. Ölü doğmuş bir aydır aralık, yaşanmadan buruşturulup atılır. Dağlarca'nın o güzelim kelimesiyle, 'yaşamasız' kalır, hatırasız... İşte Mevlânâ, o düğün gibi ölümüyle bu haksızlığı silmek ister gibidir. Şeb-i Arus, sönmüş ocağın ateşini körükler, mumlara ışık verir ve pervaneleri habire dönmeye, aşkın katına çıkmaya çağırır. Bitip giden yıla bir hüsn-i hatime olur... Ve sevilir, bitişleri hatırlatan, ne hatırlatması, adamakıllı yaşatan aralık, her şeye, her şeye rağmen sevilir. Bir vuslat şarkısıyla uğurlanır eskimiş yıl ve sislerin, karaltıların arasından umut çıkar gelir. Konuşan Mevlânâ'dır: "Her gün bir yerden göçmek ne iyi / Her gün bir yere konmak ne güzel / Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş!/ Dünle beraber gitti cancağızım, / Ne kadar söz varsa düne ait / Şimdi yeni şeyler söylemek lazım…"

Keine Kommentare: