Makalelerin iceriginden, editörlügümüz veya dernegimiz sorumlu degildir.

Donnerstag, November 30, 2006

Cüneyt Ülsever / Hürriyet

Başbakan’a teşekkür ediyorum

BEN Başbakan’ın AB üyeliği konusunda son iki yıldır tutucu politikalara kapılarak gevşek davrandığını düşünen insanlardanım. Nitekim, Avrupa Komisyonu 8 başlıkta müzakerelerin askıya alınmasını tavsiye etti. Bakalım 11 Aralık’ta AB dışişleri bakanları, nihai olarak ne karar verecekler?Maalesef AB üyeliği serüveninde Türkiye artık "soğuk" bir döneme girmiştir; kopma gerçekleşmeyecektir ama ilişkiler birbirinden bıkan ama toplumsal baskı nedeniyle boşanamayan çiftler gibi karşılıklı ihtiyaçtan doğan siyasal yaptırımlar nedeniyle zoraki sürecektir.Türkiye’yi böyle iki arada bir derede dönemin içine soktuğu için baş sorumlu Başbakan’ı eleştiriyorum.Ama...

* * *
Aynı Başbakan’a Papa’yı uçağın kapısının dibinde karşıladığı için çok teşekkür ediyorum.Türkiye için büyük bir şans olduğuna inandığım Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Bardakoğlu’nu da bir bilim adamı edası içinde ama açık bir dille Papa’yı eleştirdiği için candan kutluyorum. Papa’ya dünyanın gözleri üzerimizdeyken şu sözleri söyletebilmek onun başarısıdır: "İslam barış dinidir. Özü akıl ve bilimle yoğrulmuştur. Bütün ilahi dinler gibi İslam da barış getirmiştir. Öğretileri de hem akli hem de barış temelleri üzerine kuruludur."İşte ben böyle bir Türkiye özlüyorum!Misafirperver ama diplomasi kurallarını göz ardı etmeden sözünü esirgemeyen bir ülke! Türkiye hem Batı dünyasının değerlerine saygılı, hem de kendi değerlerine sahip çıkan bir görüntü vererek Batı’ya ve Doğu’ya dünyada ait olduğu yeri bir kez daha tarif etmiştir.Türkiye, her iki medeniyet çığırının değerlerini birlikte özümseyen dünyadaki nadir ülkelerden birisidir.Eminim, bu tavır hem Batı’da, hem Doğu’da Türkiye’nin dünyadaki işlevinin bir kez daha düşünülmesine vesile olacaktır.

* * *
Başbakan’ın Papa’yı karşılamamasını dün eleştirenlerin şimdi de Papa’yı karşıladığı için eleştirmelerini, bununla da yetinmeyip küçük düşürmelerini anlamak hiç mümkün değil.Hele hele Diyanet İşleri Başkanı’nı bir bütünden ayırıp, sadece onu takdir etmek de çok haksız bir tavır.Başkan, hükümetin bir memurudur ve söyledikleri gerek eleştirilirken, gerek takdir edilirken hükümeti bağlar.Yapılması gereken, topyekûn hükümeti takdir etmek iken vaveyla koparmak, haksızlık etmek kadar "entelektüel" bir tavır olmaktan çok uzak, olsa olsa "entel" bir tavırdır.Hiçbir şeyi beğenmemek veya beğenmediğini her koşul altında eleştirmek ve küçük görmek ne Doğu medeniyetine, ne de Batı medeniyetine ait bir tavırdır.Esasında Türkiye’yi dünyadan koparan ve yalnızlaştıran "bana ne, bana ne!" anlayışıdır.

* * *
Tüm İslam dünyasının ağzını açamadığı ama tüm Müslümanları rencide eden haksız bir tutuma bu kadar medeni bir cevap veren, Papa’ya yukarıda alıntı yaptığım sözleri söyleten, aynı anda "Papamıza acaba ne yapacaklar" diye dertlenen Batı’ya geleneksel misafirperverliğiyle cevap veren bir Türkiye’de yaşamak bana gurur veriyor.

Bana bu duyguyu yaşatan herkese çok teşekkür ederim!

Mittwoch, November 22, 2006

Gülay Göktürk / Bugün Gazetesi

Tek tip siyaset bilimi

Gazi Üniversitesi Rektörü, Atilla Yayla'nın ders vermekten men edildiğini açıkladı.
Anayasa ve yasalar üniversiteler de "Atatürk ilkelerine bağlı öğrenci yetiştirilmesini öngördüğü" için, Kemalizm'i eleştiren bir siyaset bilimi hocasının öğrencileri zehirlemesine müsaade edemezlermiş!

Üstelik de Atilla Yayla'nın sözleri Gazi Üniversitesi camiasında o kadar büyük infial yaratmış ki, bu infial de ders verdirmeme kararlarında etkili olmuş. Atatürk'e "adam" diyecek kadar terbiye yoksunu birine öğrenci emanet edemezlermiş. Söyledikleri kabaca böyle...
Böylece Atilla Yayla'nın bir cümlesiyle başlayan "Kemalizm Krizi" nde farklı bir aşamaya geçmiş bulunuyoruz. Şu anda en önemli şey; bir üniversitenin, bir siyaset bilimi hocasını, Kemalizm konusundaki fikirlerinden dolayı ders vermekten men etme kararıdır.
Rektörün gerekçesinin neresinden tutacağımı şaşırmış durumdayım.
Bir kere, bu nasıl bir üniversite ki, siyaset bilimi kürsüsünde Kemalizm eleştirisi yasak. Siz bir üniversitenin psikiyatri bölümünde, Davranışçı Ekol'ün yasaklandığını, sadece psikanalizin öğretilmesine izin verildiğini düşünebiliyor musunuz? Ya da, bir fizik bölümünde, "ışık dalga mıdır; yoksa tanecik mi?" tartışmasında bir görüşün savunulmasının yasaklandığını? Benim Gazi Üniversitesi rektörüne kısa yoldan çözüm önerim, eğer Kemalizm'in tartışılmasından korkuyorsa, Atilla Yayla'ya ders verdirmemekle yetinmeyip, siyaset bilimi bölümünü hatta bütün sosyal bilimler bölümlerini tez elden kapatmasıdır.

Çünkü zaten, eğer yasalar sadece tek tip siyaset öğrenimi yapılmasını dayatıyorsa, siyaset bilimi diye bir dal da kalmıyor demektir. Olmayan bir bilimin fakültesi mi olur? Yayla'nın sözlerinin Gazi Üniversitesi camiasında "infial" yaratmasına gelince... Tabu haline getirilmiş fikirlerin sarsılması her zaman infial yaratabilir; öncü fikirler her zaman provokatif olabilir. Ama üniversiteler tam da bunun için vardır. Üniversitelerdeki bilimsel özerklik sayesinde en provokatif fikirler de serbestçe ortaya konulabilir, araştırılabilir. Üniversitelerin toplumların fikir hayatına öncülük edebilmesi de bu sayede olur.

Üniversite yönetimleri, infial yaratan her fikrin sahibini ders vermekten men edecek olsa, ders verdirecek hoca bulamaz. Daha doğrusu, adam gibi üniversitelerde bulamaz. Ben doğal olarak, Gazi Üniversitesi öğretim üyelerinin ne kadarının Rektör'ün söylediği gibi infial içinde olduğunu bilmiyorum. Ama diyorum ki, bence o üniversitenin öğretim üyelerinin asıl şimdi, Rektörlük'ün bu kararı karşısında infial duymaları gerekir. Eğer duymuyorlarsa, ne fikir özgürlüğünden, ne araştırma özgürlüğünden ne de üniversitenin bilimsel özerkliğinden hiçbir şey anlamıyorlar demektir.

Rektörün gerekçeleriyle tartışmayı şu "terbiye yoksunluğu" konusuyla bitirelim: Atilla Yayla'nın Atatürk'ten "adam" diye bahsetmesinin doğru olmadığını ben de yazdım. Ama bunu yazarken asıl eleştirim onun kitle psikolojisini gözetmemesi, Atatürk putlaştırmasının had safhada olduğu böyle bir toplumda daha dikkatli olması noktasındaydı. Yoksa, eğer Türkiye normal bir ülke olsaydı; Atatürk de böyle "yarı-tanrı" konumuna getirilmemiş olsaydı; ulusal bir kahramana "adam" dedi diye bir profesörün derslerini elinden almak kimsenin aklından geçmezdi. Nitekim geçmiyor.

Fransa'nın milli kahramanı de Gaulle, Amerika'nın milli kahramanı Lincoln hakkında her gün çok daha ağır laflar ediliyor. Mesela, Thomas diLorenzo diye bir adam kalkıp "Lincoln'un Maskesini İndirmek" isimli bir kitap yazıyor; kitabında Lincoln için "tiran" diyor, kimsenin aklına Lincoln'e hakaretten suç duyurusunda bulunmak gelmiyor. Zaten orada Lincoln'u Koruma Kanunu diye bir kanun da bulunmuyor...

***
Olayın vahim yanlarından biri de AK Parti İzmir İl yöneticilerinin tepkilerin ortaya çıkmasından sonra aldıkları tutum... Elbette bir parti panelinde yapılan konuşmalar partiyi değil, konuşmacıları bağlar.
Elbette ki Yayla'nın sözlerinin hesabı AK Parti'den sorulamaz. AK Parti İzmir İl yöneticilerinden beklenen, o sözlere değil ama o sözlerin fikir özgürlüğüne inanan bir partinin yarattığı bir platformda ifade edilebilme hakkına sahip çıkmalarıydı. Apaçık ki, AK Parti demokrasi mücadelesi verecekse, daha cesur yöneticilere ihtiyacı var.

Konferansta elini sıkıp tebrik ettikleri kişi saldırı altında kalınca "Ben de konuşmasından dehşete düştüm, salonu terk ettim" diye açıklamalar yapacak kadar siyasi cesaretten yoksun insanlara değil. Bu nokta Atilla Yayla için pek önemli değil belki ama, AK Parti'nin kendisi için önemli.

Montag, November 20, 2006

Prof.Dr. Aydin Ayaydin / Sabah / 20.11.06

Gurbetçiler 5 Koç'a bedel

*Almanya'da Türklere ait tam 65 bin 600 işletme var.
*Bugün işletmelerin yatırım hacmi tam 7.4 milyar Euro.
*Gurbetçilere ait işyerleri 323 bin kişiye iş veriyorlar.
*Bu, 60 bin kişilik Koç Grubu'ndan 5 kat fazla.

Gurbetçi patronlar 5 Koç'a bedel!2005 yılı verilerine göre Almanya'da Türk girişimcilere ait 64 bin 600 işletme var.
Toplam 7.4 milyar Euro'luk yatırım hacmine ulaşan işletmeler, 323 bin kişilik istihdam sağlıyor. Bu istihdam 60 bin kişilik Koç Grubu'nun 5 katından fazla.
Almanya ve diğer AB ülkelerine işçi olarak yola çıkan insanlarımızın 40 yıl önce başladıkları bu yolculuğun sonucunda sayıları 4 milyona ulaştı.
Yıllar önce Almanya ile başlayan bu yolculuğa katılanların tek amacı vardı: Birkaç yıl çalışarak memleketinde bir iş kurabilecek kadar para biriktirip tekrar Türkiye'ye dönmek. Ancak daha sonraları bu tercih, yerini Almanya'da iş kurmaya bıraktı. Türkiye'den gurbete uzanan bu uzun yolculuk pek de kolay olmadı. Ailesinden, çoluk çocuğundan, ülkesinden ve de kültüründen ayrılmak zorunda kalan Türk işçileri başta uyumsuzluk yaşadı. Farklı kültüre uyum sağlamak kolay olmadı. Üstelik kültürümüzden uzaklaştıkları gibi, bulunduğu ülkelerin kültürüne de ayak uydurmak pek kolay olmadı. Uzunca bir süre dünya kamuoyuna, kafasında fötr şapka, elinde transistörlü radyo ve palabıyık imajı ile yerleşen Türk işçileri bugün üçüncü kuşağa ulaştı.

Dört milyon Türk'ün yaşadığı Avrupa Birliği ülkelerinde, Türk kökenli göçmenlerin girişimcilik ruhu gelişerek, işçi olarak başlanan ülkelerde işverenliğe kadar ulaştı. Başta Almanya olmak üzere diğer AB ülkelerinde iş sahibi olan Türkler, değişik ülkelerden 323 bin kişiyi çalıştırıyor. Evet yanlış duymadınız. İşçi olarak yurt dışına giden insanlarımızın kurduğu işletmelerde bugün tamı tamamına 323 bin kişi çalışıyor.

2.6 MİLYON TÜRK
Merkezi Almanya'da bulunan Türkiye Araştırmalar Merkezi Vakfı' tarafından Türk Alman Sanayi ve Ticaret Odası adına yapılan 'AB'deki Türk Girişimcilerin Ekonomik Boyutu' isimli araştırmadan yola çıkarak ilginç tablolara ulaşıyoruz. Almanya ve diğer AB ülkelerindeki Türk kökenli girişimcilerin sosyo-demografik yapılarından ekonomik güçlerine, sağladıkları istihdamdan sektörel dağılımına kadar olan tabloları değerlendireceğiz. Doğum veya başvuru ile sadece Alman vatandaşı olan Türk kökenlilerin sayısı 900 bin dolayında.
2004 yılı verilerine göre, Almanya'da yaşayan 1.8 milyon Türk vatandaşı da dikkate alındığında, Almanya'daki Türk kökenli göçmen sayısı 2.6 milyona ulaşıyor. Şu anda Almanya'da yerleşik Türklerin yüzde 32'si Alman vatandaşlığı statüsünü kazanmış durumda. Bu orana bakarak artık Türk kökenli göçmenlerin- uyum tartışmalarından bağımsız olarak- Alman toplumunun bir parçası haline geldiğini söylemek mümkün.

HIZLA BÜYÜDÜLER
2005 yılı itibarıyla Almanya'daki Türk girişimci sayısı 64 bin 600'e ulaştı. Oysa 1985 yılında Türk girişimci sayısı 22 bin, 1990 yılında 33 bin, 1995 yılında 40 bin 500 ve 2000 yılında ise 59 bin 500 idi. Bu rakamlar irdelendiğinde son yirmi yıl içinde, Almanya'da faaliyet gösteren Türk işletmelerinin sayısının üç misli arttığını görüyoruz.

CİRO 8.8 MİLYAR $
Almanya'daki Türk girişimcilerin 1985 yılı itibarı ile faaliyete geçirdiği 22 bin işletmede 77 bin kişi çalışmış, bu işletmeler için işletme başına ortalama 88 bin 400 Euro yatırımla, toplam 1.9 milyar Euro yatırım hacmine ulaşılmış. Bu işletmelerde işletme başına ortalama 400 bin Euro ciro yapılarak yıllık ciro 8.8 milyar Euro'ya ulaşılmış ve işletme başına ortalama 3.5 kişiye istihdam yaratılmış.

Samstag, November 18, 2006

Mehmet Ali Ilicak / Bugün Gazetesi / 18.11.06

O kafalar, bey kafalar!

CHP Grup Başkanvekili Ali Topuz buyurmuş: "Cumhurbaşkanlığına Erdoğan, Arınç veya onlara benzer birini getirdikleri takdirde, laik demokratik cumhuriyetin adı fiilen değişmiş demektir."

Anlaşılan, CHP sandıktan ümidi kesmiş olacak ki, başbakana belden aşağı vurmaya başladı. Ey Muhterem, "onlara benzer biri" ile neyi kast ediyorsun?
Yıllarca siyasette bulundunuz, memlekete ne faydanız dokundu! Hamasetin ve Atatürk'ü istismarın dışında, ne yaptınız? Takmışsınız Tayyip Erdoğan'ın kafasındaki gizli gündeme. Bu gündem gizli de, siz nereden biliyorsunuz? Biliyorsanız nasıl gizli oluyor? Sorular çok, kafam karışık.

Topuz Bey'in beğenmediği "o kafaların" dönemini, birkaç rakam ile özetleyelim. Bakalım Türkiye nereden nereye gelmiş.
Milli gelir 2.619 $'dan, 5.311 $'a; İhracat 39 milyar dolardan, 83 milyar dolara; Oto satışı 175 bin adetten, 530 bin adete yükselmiş. Bütçe açığı 39.1 milyar YTL'den, 3.8 milyar YTL'ye düşmüş.

Görünen o ki memleket ilerlemiş. "O kafalara" yabancı yatırımcı da güvenmiş.1999-2002 yılları arasında, Türkiye'ye gelen yabancı yatırımın toplamı 6 milyar 411 dolar. "O kafalar" döneminde ise yaklaşık 29 milyar dolar yatırım yapılmış.

Şahsen ben, "O kafalardan" değil, "bey kafalardan" korkuyorum. Başımıza bugüne kadar ne geldiyse, müsebbibi "bey kafalar" değil mi? Zenginin sofrasında oturup, "bey unvanını" kazanan, sonra da meydanlarda "halk edebiyatı" yapanlardan çektik ne çektiysek.

Bugün için durum farklı.İşadamı memnun, malı her gün değer kazanıyor. Fakir ise yavaş yavaş kendine geliyor. 3-5 yıl içinde istikrarı kaybetmezsek, görün bakalım Türkiye'yi tutabilen olacak mı?Korkmayın! Laik, demokratik Türkiye Cumhuriyeti'nin teminatı, ne ordu, ne CHP ne de cumhurbaşkanıdır.

Cumhuriyetin teminatı millettir, millet!

Samstag, November 11, 2006

Engin Ardic / Aksam Gazetesi / 11.11.06

Hopursak da bopursak da



Başbakan, cumhurbaşkanı adaylığı için 'ille ben olacağım diye bir şey yok' dedi. Biz kendisini ciddiye aldık, bu sözünü 'olmayabilirmiş' şeklinde yorumladık.Basın ve yayın dışındaki işlerinden devlete olan yüklüce borçlarını ödememeye çalışanlar, 'böyle dediğine göre tam tersini düşünüyor, mutlaka olacak' şeklinde yorumladılar.
Amaçları, başbakana gösterilen tepkiyi canlı tutmak ve bunu kendisi üzerinde 'tehdit ve baskı unsuru' olarak kullanmak.Belki sıradan okuyucuya yedirebilirler ama Babıali yutmaz.
Kendilerine borç erteletme girişimlerinde başarılar dilerken, kafamızda başka bir soru var:Bildiğiniz gibi ben başbakanın cumhurbaşkanı olmasını istemiyorum, bunu açık seçik yazdım. Naçiz aklımın erdiğince başka çözümler de önerdim. Nitekim 'İstanbul sermayesi' de istemiyor, 'istikrar' adına. Çünkü birilerinin ortalığı karıştıracağını biliyorlar.Fakat bakıyorum da, başbakanın cumhurbaşkanı olmasını istemeyen bürokrasi, esas olarak 'eşinin başının bağlı olmasını' öne sürüyor.'Çankaya'da türbanlı kadın istemeyiz' diyorlar.

First Lady... Sayın Emine Erdoğan bu mevkiye gelirse herhalde kendisine 'Başkadınefendi' denecek!Peki niçin olmaz? Çağdaş Türkiye, temsil görevi, falan filan.Bu ülkenin başbakanının eşinin başı şu anda örtülü mü? Örtülü. Bu ülkenin meclis başkanının eşinin başı örtülü mü? Örtülü. Bu ülkenin dışişleri bakanının eşinin başı örtülü mü? Örtülü.Bu hanımlar törenlere katılıyorlar, gerektiğinde eşlerinin yanında 'temsil görevlerini' de yapıyorlar mı? Yapıyorlar.Bunların hepsi oluyor da cumhurbaşkanına gelince niçin olamıyor?Efendim biri hükümet, öteki devlet...
Bizde başkanlık sistemi mi var? Hayır. 'Eski Fransız usulü' parlamenter sistem var. Bu sistemde cumhurbaşkanlığı makamı bir 'formaliteden' mi ibaret? Evet. (Değildir diyorsanız, anayasaya göre orduların başkomutanı olan cumhurbaşkanının 'Kuzey Irak'a girin' emrini 1991 yılında niçin uygulamaktan kaçındınız?)...
Bu sistemde, cumhurbaşkanının eşi, köşkü çekip çevirmek ve törenlerde ve gezilerde kocasının yanında bulunmaktan öte bir 'fonksiyon' taşıyor mu? Hayır. Başı ister açık olsun ister örtülü, devlet işlerine karışabilir mi? Ona da hayır.Erdoğan aday olsa ve kazansa ne yapacaksınız? Hiç. Kendisi olmasa da eşinin başı bağlı herhangi bir milletvekilini aday gösterse ne yapacaksınız? Hiç. Ağzınızı açamayacaksınız.

Haa, gelin o zaman şunun adını koyalım: Mesele, cumhurbaşkanının eşinin başı meselesi değil. Mesele, 'kanunları veto edip etmeme' meselesi! Erdoğan köşke çıkarsa her kanun tıkır tıkır geçecek.Peki bugünkü 'eşinin başı açık' cumhurbaşkanı kanunları bir kereden fazla veto edebiliyor mu? Veto ettiği birçok yasa, biraz da gıcıklığına, meclisten 'aynen' tekrar çıkmıyor mu? Çıkıyor. Bu kez imzalamak zorunda kalıyor mu? Kalıyor.O zaman, Emine Hanım başını açsa ya da kapasa da eşi oraya çıkıp otursa ne farkedecek, başka herhangi bir AKP milletvekili cumhurbaşkanı seçilse ne değişecek? Koskocaman bir hiç.

Haa, 'YÖK üyelerini' seçecek... Üniversitelerde 'türbana izin verecek' adamları getirecek!...Peki siz 'bir 12 Eylül ürünü olan antidemokratik YÖK'e' karşı mıydınız? Karşıydınız.O zaman, 'laik diktaya evet, dinci diktaya hayır' mı diyorsunuz? Çelişkiye düşmüyor musunuz? Düşüyorsunuz. Ayıp olmuyor mu? Oluyor.Başbakan kendisi cumhurbaşkanı olmak istiyorsa olur, başka herhangi bir 'adamını' seçtirmeyi tercih ederse, seçtirir. Bunların ikisini de çatır çatır yapar, yapacaktır. Bizim hopurup bopurmamız hiçbir şeyi değiştiremeyecektir. 'Yara kaşımaktan' öte bir sonuç alamayız.

Bunu önlemenin tek yolu, Ferhan Şensoy'un Rejans Lokantası'nda sarı votkayı çekip çekip bulanık kafayla önerdiği saçma ve zırva yoldur, onu da ciddiye alan yok. Olmasın da zaten.

Donnerstag, November 09, 2006

Mehmet Barlas / Sabah / 9.11.06

Savaşı Almanya kazansa AB de olmazdı...

Zamanın ne kadar göreceli bir kavram olduğunu kurama da bağlayan Einstein, "Geleceği hiç düşünmem; çünkü gelecek o kadar kısa zamanda geçmiş oluyor ki" diyor.Aslında Türkiye'nin AB'ye üye olmak yolunda geçirdiği "Zaman"ı da böyle değerlendirsek, belki olaya daha gerçekçi açıdan yaklaşırız. Çünkü her toplumda ve her coğrafyada zaman değişik hızlarda geçiyor.Durumu tam anlamak için, bazı Batı üniversitelerinde tarihi yorumlamak amacıyla başvurulan "Olmayana ergi" yöntemini mi kullansak. Örneğin, "Bizans Katolik olmayı kabul etseydi, Haçlılar İstanbul'un fethini önlerler miydi" veya "Waterloo'da Napolyon savaşı kazansaydı bugün İngiltere'de trafik sağdan mı olurdu" benzeri sorularla tarihi anlamaya çalışsak...

Türkiye-AB ilişkilerindeki "Zaman"ın süresi, bazılarımızı yormaktan öteye öfkelendirmeye de başladı. Bazıları için de "AB'ye uyum" için bizden istenenler, ulusal onurumuzu zedelemeye başladı. Bazılarımız ise, "Yani AB'ye girmek için Kıbrıs'ı mı vereceğiz" gibi sorular bile soruyor. OLANA UYUM Geçenlerde buna benzer bir tepkinin soruya dönüşmüş biçiminin, şu şekilde seslendirildiğini bile duyduk:

-NATO yerine Varşova Paktı'na girseydik, bugün bütün eski Komünist Doğu Avrupa ülkeleri ile birlikte AB'ye girmiş olmaz mıydık? Tarihi olmayana ergi yöntemi ile anlamaya çalışmak için, aslında bu soru da iyi bir örnek olamaz mı?

-1'inci Dünya Savaşı'nı da 2'nci Dünya Savaşı'nı da Almanlar kazansaydı, Türkiye için daha mı iyi olurdu? "Osmanlı Almanya ile birlikte yenilmeseydi, Cumhuriyet de olamazdı" cevabını verebilirsiniz bu soruya. Veya "2'nci Dünya Savaşı'nı Almanlar kazansaydı, ne Türk-Amerikan İttifakı, ne Sovyet tehdidi, ne de NATO olurdu... AB de olmazdı, AB'ye üyelik gibi bir sorunumuz da olmazdı" yorumunu da getirebilirsiniz. Hatta "İsrail kurulamayacağı için, Ortadoğu'da Filistin sorunu da olmazdı" da diyebilirsiniz.Bütün bu sıraladığımız olaylar ne kadar uzak geçmişte görülüyor olsalar da, bunlar "Yaşadığımız dün" ün parçaları değil mi? Ve sonuçta olmayana ergi yerine "Olana uyum" çabaları ile geçen yıllarımız var geride kalan...Örneğin Lozan'da askıda bırakılan Türkiye-Irak sınırının belirlenmesinin, Türkiye'nin üye olmadığı Cemiyeti Akvam'a bırakılması ile, Türkiye'nin ve KKTC'nin üye olmadığı AB'nin, Kıbrıs'a çözüm araması da güncel siyasi gerçeklerin bir yansıması değil mi? İLERLEME RAPORU Dün açıklanan İlerleme Raporu'nu da bu açıdan değerlendirmeyi denemeliyiz. Bundan 1520 yıl sonra, eğer uyum konusunda her şey tamam olur ve buna karşı bazı Avrupalılar Türkiye'nin AB üyeliğini referandumda reddederse, acaba ne yaparız? Bundan 20 yıl önce, Sovyetler Birliği vardı, Romanya'da Çavuşesku, Bulgaristan'da Jivkof yönetimdeydi ve Yugoslavya da, Çekoslovakya da tek devletti. Bunların hepsi de Avrupa ülkeleridir üstelik.Siz AB'ye tam uyumu sağlayın, Türkiye'de kişi başına ulusal gelir payı 20 bin doları bulsun, hukukun üstünlüğü ve sivil demokrasi sistemin vazgeçilmez öğeleri olsun ve ülke bütünlüğü barış ve istikrar içinde korunsun, o zaman siz de referandum yapıp "AB'ye hayır" dersiniz. "Dün"ü hatırlarsanız, yarının nasıl hızlı biçimde düne katılacağını görürsünüz. Hüner, bu zamanı ziyan edip yavaşlatmamaktır. "AB olmazsa" diye başlayan cümlelerle olmayana ergi yöntemini seçmek yerine "AB vardır ve Türkiye 40 yıldır buna üye olmak için çalışıyor" cevabını vermek de daha gerçekçidir kanımızca.


Mittwoch, November 08, 2006

Rauf Tamer / Hürriyet / 8.11.06

Biz bize benzeriz


Bilim adamları Türk insanındaki “ortak payda”yı arıyorlarmış.

Yardımcı olayım:

- Paran bende.
- Aramızda teklif mi var?
- Sözüm senettir.
- Dâvetlimsin.
- Kadıncağıza yardım edelim / Şu adamın ameliyatını biz üstlenelim.
- Veresiye, bakkal defteri, Tanrı misafiri.
- Hediye, harçlık, bağış, bahşiş. (Fitre ve zekât)
- Postacıyı kolla.
- Kâhyayı gör / Gördüm abi / Olsun, bir daha gör.
- Başlık, çeyiz, rüşvet, gasp, haraç, işgal, komisyon.
Ama ille de bahşiş.
Bol bahşiş.
*
Bizdeki “ortak payda” ekonominin hiç bir kitabına sığmaz.
İstatistikler yavan kalır:
- Denize çık, balık tut, sat.
- Tezgahı kur, ekmek içi köfte.
- Çaylar benden.
- Bozuk param yok / Abi sonra ödersin.
- Sünnet hediyesi ne alsam?
- Bir sigara ver / Paket sende kalsın.
- Garson, masayı donat.
- Yan masaya meyve götür / Var efendim / Olsun, sen yine götür.
Ve...
Ekmek artığı, yemek ısrafı, su ve elektrik savurganlığı, telefon gevezeliği.
*
Ne yapalım?
Meyhanede efkarlanıp “ne olacak bu memleketin hali” diye oflayıp puflasak da “mihrabım” diyerek ona hep yüz süreceğiz.
Şükürler olsun.
“Kaç işsiz var”dan ziyade “kaç tembel var”ı düşünecek durumda değiliz.
- Evsiz kaldın, bu gece nerde yatacaksın.
- Komşular sağolsun.
- Domates, biber, patlıcan.
Bereketli topraklar, yağmur, güneş, deniz... Güzelim kızlar, sıhhatli delikanlılar.
Ojeli tırnaklar, beri tarafta nasırlı eller.
Ve... sürekli yardımlaşan insanlar.

Bilim adamları hâlâ “ortak payda”yı araştıradursunlar.
İşte benim memleketim.

Dienstag, November 07, 2006

Hasan Cemal / Milliyet / 7.11.06


Ecevit`in yakaladigi firsat...

Gazeteciliğe 1960'ların sonlarında devrimci olarak girdiğim zaman, Ecevit hedef tahtamızdaydı. Çünkü demokrasiyi savunuyordu.Biz ise cici demokrasi diye nitelediğimiz rejimi askeri darbe ile devirip Türkiye'de 'devrim yolu'nu açmanın peşindeydik. Devrim yapamadık ama darbeye neden olduk 12 Mart'ta.Ve ben, Ecevit'in Başbakan olarak 1974'de çıkardığı af sayesinde hapisten kurtuldum.Normal gazetecilik dönemim böyle başladı. Sonra Ecevit'i izlemeye koyuldum. Yıllar boyu birçok iç ve dış gezisine katıldım. CHP kurultayları bir ara neredeyse uzmanlık alanım haline geldi.O kadar çok anım var ki Ecevit'le ilgili.
O kadar çok haber, izlenim, röportaj ve yorum yazdım ki hakkında...
Bir siyaset adamı olarak Ecevit, kendi gazetecilik tarihimin ağırlıklı bir bölümünü oluşturur. Kendisini bazen destekledim, bazen eleştirdim. Politikaları benim için kimi zaman heyecan ve coşku kaynağı, kimi zaman hayal kırıklığı ve tepki kaynağı oldu.Ecevit bence Türkiye'nin kısır döngülerini kırmak için iki dönem iki büyük iktidar fırsatı yakaladı.Biri, 1974 sonrası...Öteki, 12 Eylül sonrası...Ecevit, 1960'ların sonlarına doğru ortanın solu hareketiyle Türkiye'de değişim dalgasını kabarttı. 'Kasketi'ni başına geçirdi, 'mavi gömleği'ni giydi, Anadolu yollarına düştü.Dağa taşa Karaoğlan yazılan bir siyaset dönemi açıldı CHP'nin önünde. "Toprak işleyenin, su kullananın!" sloganıyla inliyordu meydanlar.

Ecevit, bir yandan köylü için toprak reformu istiyor, öte yandan işçinin alın terine sahip çıkıyordu.Gündeminde demokrasi talebi de vardı. 12 Mart darbesine de, idamlara da, insan hakları ihlallerine de kararlılıkla karşı çıkıyor, özellikle ifade özgürlüğü konusunda ödün vermez bir tutum alıyordu.Ecevit, CHP lideri olarak demokrasi bayrağını yükseltirken, aynı zamanda dine saygılı laiklik kavramını geliştirmeye başlamıştı.Dinin her belirtisini irtica olarak görmeyen bir anlayıştı bu. Geçmişin klasik CHP yaklaşımından kopmaya, böylece dindar, eski deyişle mütedeyyin kitlelerle CHP arasında buzları eritmeye yöneldi.Dinci ile dindar arasında çizgi çeken, dini siyasete alet edenle etmeyeni ayrı ayrı kaplara yerleştiren bir laiklik anlayışını oluşturmaya başladı.Bunun karşılığını da sandıkta gördü. 1973 genel seçimlerinden birinci parti çıktı. Ayrıca, Erbakan Hoca'nın Milli Selamet Partisi MSP ile siyaset meydanına bomba gibi düşen bir koalisyon hükümetini kurarken de, 'tarihsel yanılgı'ya son vermekten söz ediyordu.1974'e böyle geldi Ecevit.İktidar koltuğuna oturdu.Ve Türkiye Kıbrıs'a çıktı.Cesaret işiydi bu karar!

Böylece Ecevit, hem CHP'de hem Türkiye'de liderlik koltuğuna oturdu. Belki Menderes'ten sonra Türkiye'nin en karizmatik siyaset adamı haline geldi. Kitleleri peşinden sürüklemeye başladı.CHP, yüzde 40'ı geçti.1977 genel seçimlerini Ecevit tek başına yakın bir çoğunlukla kazandı. AP'den yaptığı bazı milletvekili transferleri ile yeniden Başbakan oldu.Ecevit'in 1974 sonrası yakaladığı ilk fırsat buydu. İyi kullanabilse, Türkiye'nin kalkınmasının önünde duran bazı temel engeller aşılabilirdi.Ama bu fırsatı kullanamadı.Üç nedenle harcadı:

(1) Kıbrıs'ı sıcağı sıcağına ancak Ecevit çözebilirdi. Bunu yapmadı, yapamadı. Böylece kendisi çözümün değil, sorunun bir parçası oldu. Ve Kıbrıs zaman içinde Güneydoğu dahil Türkiye'de bazı temel sorunların anası haline geldi.

(2) 1973'teki Arap-İsrail savaşıyla ham petrol fiyatları patlamış, dünya ekonomisi büyük bir krize yuvarlanmış, Türk ekonomisinde deniz bitmişti. Devletçi, popülist politikalar iflas etmişti. Türkiye için de pazar ekonomisi -ya da 24 Ocak- çanları çalmaya başlamıştı.Ecevit, bu çan seslerini duymadı. Belki de duyamazdı.Çünkü sol anlayışı farklıydı. Ekonomi bilmiyordu. 1978 başında iktidara gelirken seçtiği kendi kurmay kadrosu da, 'pazar ekonomisi'nden değil, 'komuta ekonomisi'nden, 'devletçilik'ten yanaydı.Oysa Ecevit, 1970'lerin başından itibaren bazı bakımlardan 'çağın ruhu'nu yakalayarak bir iktidar dalgasının üstüne oturmuştu.Ama aynı Ecevit, ekonomik açıdan sınıfta kaldı! Çünkü 'Avrupa solu'nun özellikle ekonomide nereye gittiğini, pazar ekonomisi ile sosyal demokrasi arasındaki gelişmelerin seyrini göremedi ya da kabullenmedi veya görmesi zaten mümkün değildi.Türkiye böylece karaborsa ve kuyruklar dönemine girdi. Ekonomide mum gibi eridi. Ecevit, 1979 ara seçimlerini kaybederek iktidara veda etti.

(3) Ecevit'in belki de en tarihi yanlışı, 1978 ve 1979'daki başbakanlığı döneminde Türkiye'nin AB ile ilişkilerini askıya alması ve Yunanistan'ın tek başına Avrupa'ya girmesine seyirci kalması oldu.Ecevit'in birinci fırsatı böyle kaçtı. İkinci fırsatı ise 12 Eylül sonrası yakalamıştı.Ecevit'li yılların ikinci yazısı yarın...

Montag, November 06, 2006

Ikbal Gülpinar / Bugün Gazetesi / 6.11.06


Simidin Iki Yarisi

Nerden çıktı bilmiyorum bu kavgalar?
Erkekli kızlı anlaşmış, sözleşmiş gibi ellerinde bıçaklar. Okula gitmiyor da meydan muharebesine gidiyor gibiler. Her gün sizler de izliyorsunuz televizyonlarda. Korkuyla, endişeyle takip ediyoruz olup bitenleri. Liselerden bahsediyorum. Sıra arkadaşına kızan kapıyor çakıyı eline, sevgilisine yan gözle bakana, kopya vermeyene saplayıveriyor bıçağı. Hocasına sinirlenen çekiyor silahını. Nerde kaldı diyalog? Yahu ne oluyoruz, biz bu muyuz? Bunlara mı layığız?
Nerden çıktı bu kadar sinir stres, tahammülsüzlük? 14 milyon genç nüfusumuz var. Avrupa'da en çok genç bizde. Bu kadar cok genç nüfusun olması gerçekten önemli bir potansiyel. Ama asıl önemli olan bu potansiyel enerjiyi kinetik enerjiye nasıl dönüştüreceğimiz. Çoğunluk televizyonları suçluyor. Erkekler konusunda dizileri, filmleri, vurdulu kırdılı sahneleri, Memati'yi, Polat Alemdar'ı.Gençlerin kendini çok kaptırdığı bir gerçek.Yürek gücüne bilek gücü tercih ediliyor, herkes nefsine esir oluyor. Gençler gördükleri örneklerdeki gibi kolay yoldan zengin olmak istiyor.
Kimsenin çalışmaya veya uzun zaman beklemeye tahammülü yok. Kısa yoldan zengin veya ünlü olacaksa mafya veya hayat kadını olmaya bile razı. Kızlar için ise yarışmalar gözde. İster pop söyle ister alaturka, ister dans et, ister göbek at yeter ki ünlü ol. Andy Warhol'un zamanında söylediği ne kadar doğruymuş: Bir gün herkes 15 dakika ünlü olacak. Bence televizyonlardan çok daha önemlisi ve şiddetteki en büyük etken aile yapımızdaki bozulma. Eğitim ailede başlar, bunun aksini kabul edenin alnını karışlarım. Siz temelde iyi bir insan yetiştirmek için çabalamazsanız dürüstlüğün önemini, saygının sevginin hayatında olması gereken yerini anlatmazsanız ondan da bu değerleri beklemeye hakkınız yoktur. İnsanlar değerleri için yaşarlar, önemli kavramları vardır; ailedir, şereftir, namustur, dürüstlüktür. Aile değer yargılarını çocuğa verir.
Çocuk için, bir binanın temeli gibidir evde aldığı bilgiler. Okulda da üzerine katları çıkar. Kendini geliştirir, ilerletir. Ama çürük temel üzerine koyduğunuz yapı ne kadar güzel görünse de daima çökme tehlikesi taşır. Çocukları eleştirmeden önce kendimize bir bakmamız gerekir. Biz ona temel bilgileri veriyor muyuz? Onunla ne kadar vakit geçiriyoruz? Onlara değer yargılarını öğretiyor muyuz yoksa onlara hafta sonları şans oyunları oynayarak kolay yoldan para kazanma yollarını mı gösteriyoruz. Anneler, lütfen çocuklarınızın idealleri olsun. Bunlar kolay yoldan para kazanmaktan çok sevecekleri başarabilecekleri zevk alabilecekleri işler olsun. Kendilerine güveni olsun, sevin onları ve destekleyin:
Sen başarırsın, kotarırsın, Allah'ın izniyle diye sözlü motive edin çocuklarınızı. Amerikalılar'ın kendini haşa ilah gibi görmelerinin sebebi bu.Daha doğar doğmaz "en iyi sensin, en mükemmel sensin" deniliyor onlara, okulda, işte destekleniyor bu pohpohlama, öyle ki dünyanın hakimi sanıyorlar kendilerini. Öyle ki, atom bombası atıp onca insanın ölümüne, kanser olmasına sebep olmalarına rağmen, atalarının çektiği zulmü unutup Japon gençlerini bile kendilerine hayran bırakabiliyorlar. İfrat tefrit meselesini unutmadan hiçbir zaman Yaradan'dan uzaklaştırmadan hayatın anlamını anlatmalıyız evlatlarımıza.
Yoksa daha çok cinayet işlenecek Türkiye'de ve daha çok bebek tecavüzcüleri türeyecek. Daha geç kalmadan hadi, hep birlikte atağa kalkalım artık! Ne olur!e
Diyene bak(!)...
Dün Hürriyet Gazetesi'nde Mehmet Ali Erbil'in beyanatını okuduğumda gülme krizi, şaşkınlık, kızgınlık, kısacası her hali aynı anda yaşadım. Bakın ne demiş muhterem: "Artık halkın ne istediği ne beklediği birbirine girdi.Genel bir kirlenme söz konusu, programlarda her şey şova dönüştü. Uydurma aşklar gibi konular insanlarımızın çok hoşuna gidiyor. Neyin sahte olup olmadığına seyirciler karar verecek." Hülya Avşar-İbrahim Tatlıses'in beni hiç ilgilendirmeyen reyting oyunlarını kastediyor.
Be hey Mehmet Ali, sen değil misin yıllar önce filmlerinde abuk subukluklar yapan, programlarında sürekli belden aşağı laflarla halkın ahlakını bozan, çocuklara kötü örnek olan, sevgilim deyip, bir mankenle çırılçıplak fotoğraflar çektirip, sonra da gidip başkalarıyla evlenen, programda adamın donunu indiren, küfürler yağdıran. Sen misin "Genel bir kirlenme söz konusu diyen? Güldürme beni Allah aşkına. Bunun vebalini öte tarafta nasıl ödeyeceksin çok merak ediyorum.
Allah biliyor, bu don indirme meselesinden sonra halkımın tepki gösterip bir daha ekranlara çıkmasına engel olacağını düşünmüştüm bu şahsın. O olaya bile kızmayanlara soruyorum: Acaba sizin oğlunuzun veya kızınızın, karınızın donu indirilmiş olsaydı televizyonda, bu kadar musamahakar olabilir miydiniz? Yeter artık, kendimize gelelim ne olur ve kendini bilmezlere de hadlerini bildirelim!