Makalelerin iceriginden, editörlügümüz veya dernegimiz sorumlu degildir.

Mittwoch, Dezember 27, 2006

Emin Pazarci / Bugün Gazetesi

Uzakdoğu’da Türk olmak

Tarihler 26 Aralık 2004'ü gösteriyordu. İnsanlık tarihinin en büyük felaketlerinden biri Endonezya ve Sri Lanka'da yaşandı.

Saatte 600 kilometre ile gelen tsunami öyle bir vurdu ki... Bölgede aylarca ceset toplandı. Sadece Kızılay görevlileri bile küçücük bir hastane inşaatı sırasında toprak altındaki 7-8 cesetle karşılaştı. Türkiye ise, felaketin ilk gününden itibaren oradaydı. İki yıl gibi kısa sürede bölgeye damgasını vurdu. Kızılay Genel Başkanı Tekin Küçükali, felaketin ikinci yıldönümünde Endonezya medyasına bir yemek verdi.

Yemekte konuşan Endonezya Yeniden Yapılandırma Kurumu Başkanı Kuntoro Mangkysubrodo, "Burada öyle işler yaptınız ki" dedi: - Bizim standartlarımızı yükselttiniz. Banda Aceh'teki insanlara yeni ufuklar açtınız. Medeniyet getirdiniz. Türk Heyeti, Endonezya'ya geçmeden Sri Lanka'ya da uğradı. Türkiye için Sri Lanka'daki felaketi anma töreni üç gün önceye çekildi. Yetmedi, bu kadarla da kalmadı... Sri Lanka Cumhurbaşkanı Mahinda Rajupaksa üç bakanını da yanına alarak törenlere katıldı.

Ülkesindeki Türk köyünün açılışını Devlet Bakanı Mehmet Ali Şahin ile birlikte yaptı. Sri Lanka, Budistler'in ağırlıkta olduğu bir ülke. Sadece yüzde 10'luk bir kitle Müslüman. Kızılay Genel Başkanı Tekin Küçükali, Başkent Kolombo'da tarihi bir camiye gitti. Çevreyi incelerken yanına sakallı bir genç yanaştı: - Siz nereden geldiniz? Niye etrafı inceliyorsunuz? Küçükali'nin "Ben Türk Kızılayı'nın başkanıyım" demesi ile caminin içi hareketlendi. Sri Lankalı Müslümanlar, hemen konuklarını imam odasına götürdüler. "Siz bizim göğsümüzü kabarttınız" dediler: - Siz burada bir Türk köyü yapmışsınız. Orada Budistler için bir de tapınak inşa etmişsiniz. Budist rahipler bunun için bize gelip "Kızılhaç'tan istedik olmadı, ama Türkler bize tapınak yaptı" dediler. Yaptığınız tapınak için Budistler adına camiyi ziyaret edip, bize teşekkür ettiler.

Felaketin ikinci yıl dönümünde Kızılay Heyeti ile birlikte Devlet Bakanı Mehmet Ali Şahin ve Başbakanlık Müsteşarı Prof. Dr. Ömer Dinçer de bölgedeydi... Ömer Dinçer, "Kızılay artık ulusal değil, küresel bir örgüt oldu" dedi: - Eğer yardım götürdüğünüz bölgelerde halk sizi alkışlıyor ve Türk bayrakları sallıyorsa, katlandığınız maliyetin fazlasını alıyorsunuz demektir. Sri Lanka ve Endonezya'da gördüklerimiz bizi duygulandırdı. Türk olduğumuz için iftihar ediyoruz. Son sözü de Devlet Bakanı Mehmet Ali Şahin söyledi: - Biz buralara sadece yardım amacıyla geldik. Ama, bize başka kapılar ve gönüller de açıldı. Hepimiz burada gördüklerimizden gurur duyduk, iftihar ettik. Kızılay Heyeti ile birlikte Endonezya ve Sri Lanka'ya giden herkes, Türk olmanın hazzını yaşadı!

Freitag, Dezember 22, 2006

Serdar Turgut / Aksam

Kriz tedirginliği

Türkiye’nin başaracağı çok iş var ve motor güç de iş dünyası olacak. Yeter ki siyaset, krizleri ile engelleyici rol oynamasın.

İşte bu nedenle bu gazete serbest rekabeti, piyasa ekonomisini, hür girişimciliği ve Avrupa Birliği’ni destekliyor, desteklemeyi de sürdürecek. Çocuklarımızın geleceğinin o ortamda iyi olacağına inanıyoruz...

Erken seçim ve sine-i millete dönüş konularında tavrını netleştirmeye çalışan CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, iş dünyasının ise anlamlı sessizlik içinde olduğu yorumunu yaptı.İş dünyasının hem tedirgin hem de anlamlı bir sessizlik içinde olduğu doğrudur. İş dünyası 2007 yılında seçim, cumhurbaşkanlığı meselesi gibi konularda siyasi kriz çıkması ihtimaline karşı son derece tedirgindir. İş dünyası zaten globalleşen dünyada büyük baskılar altında ve büyük rekabet koşullarında iş yapmaya çalışmaktadır. Bu dünyanın istediği en son şey; siyasi düzeyde yaşanabilecek aksamalardır.

İş dünyası bu ülkenin geleceğini kurma işine çoktan soyunmuş durumda. Gelecek kuşaklar için büyük yatırımlara ve ortaklıklara gidilmiştir. Cesurca atılan bu adımların olduğu dünya da çok kırılgandır. Tayland’da yaşanan olaylara bir bakın; orada hükümetin serbest piyasaya müdahale eden bir tavır sergilemesi, ülke ekonomisini bir anda tehlikeye atmıştır. Büyük miktarda sermaye çıkışları yaşanmış ve hükümet bir günde kararlardan geri dönmüştür.

Türkiye’de de bir Anayasa fırlatılması olayıyla yaşananları iyi hatırlayan iş dünyası, siyasi düzeyde çıkabilecek bir karışıklığa hiç yumuşak bakamıyor ve gayet tabii ki anlamlı bir sessizlik içinde.Ancak ileride olabilecek bir siyasi krizin şu andaki tedirginliği bile piyasalara son derece olumsuz yansımıştır. Ülkenin makro dengelerine bakıldığında belki bir kriz görünmüyor olabilir ama yakın çevrenizde son zamanlarda iş aramaya çalışan bir tanıdığınız varsa ülke ekonomisinin durumunu ona sormanızı tavsiye ediyoruz. İş bulmak son günlerde gittikçe daha fazla zorlaştı. Anayasa fırlatılmasıyla başlayan krizde de en büyük darbeyi yiyenler ülkenin eğitimli, mesleğe sahip insanlarıdır. Birçok kişi işsiz kalmış ve hayatları alt üst olmuştu. Şimdi de iş bulmak neredeyse imkansız.

Halbuki bu ülkenin işadamlarının büyük projeleri ve hayalleri, Türkiye’yi ileriye taşıyacak potansiyelleri de var. Gençler bunu anlıyor ve bu yüzden siyasetten soğuyorlar. Çünkü siyaset kriz çıkarma kaynağı olarak görülüyor.Bu bağlamda Avrupa Birliği’nin ne kadar hayati önemde olduğunu görmek de gerekiyor. Türkiye’nin iş dünyası Avrupa Birliği üyeliğine çoktan hazırdır ve gelecek planları da buna göre yapılmaktadır. İş hayatına yeni atılan Türk insanı da bu gerçeği net olarak görmektedir. Türkiye’nin başaracağı çok iş var ve motor güç de iş dünyası olacak. Yeter ki siyaset, krizleri ile engelleyici rol oynamasın.

İşte bu nedenle bu gazete serbest rekabeti, piyasa ekonomisini, hür girişimciliği ve Avrupa Birliği’ni destekliyor, desteklemeyi de sürdürecek. Çünkü çocuklarımızın geleceğinin o ortamda iyi olacağına inanıyoruz...

Samstag, Dezember 16, 2006

Ali Colak / Zaman

Mevlânâ kokusu

Ayların da bir ruhu, sesi ve kokusu olduğuna inanırım. Mayısta hanımeli saltanatı... Haziran baygındır biraz; ıhlamur kokar bütün bütün. Ağustosta kavun, karpuz kokusu… Eylül ayva kokar bir de yeni açılmış kurşun kalem…

Ve yazık ki karanlık bir örtü gibi 'ihtilal'dir nicedir eylülün bir adı. Zulüm kokar, acı kokar. Kopkoyu bir ihanettir, ebedi bir kirletiş… Ekimde deniz ve balık… Kasımda çürümüş yaprak kokusu. Aralık kesif bir kükürt… Sahiden var mıdır bu kokular, yoksa ben mi uydururum; öyle olmasını isterim, bilmem!.. Zaten insan, o sonsuz zamanı başka türlü nasıl sınırlandırır, nasıl kendine yakınlaştırır, nasıl içli dışlı olur onunla?

İnanırım, ayların da bir kaderi vardır. Bizimkiyle iç içe yürüyen, bizimkine şahitlik eden yahut bizimkini sarıp sarmalayan… Yıllar, yıllar önce bir yazımda, eylülün nisan'a aşkını anlatmıştım. Eylülün bütün hüznünün, kırılganlığının ve sabırsızlığının sebebi bu kavuşmasız aşktır, demiştim. Doğrudur, âşık olur günler ve aylar da, üzülür, sevinir, yazıklanır… En azından biz, ruhumuzun iklimine göre böyle böyle haller yakıştırırız onlara.

Nesneleri, zamanı, mekânı ehlileştirip kendine yâr etmenin bir yolu da, onlara insani bir kısım kıpırtılar, sıcaklıklar bulaştırmaktır. Hafızamıza kazınmış aşklar, acılar; yitiriş ve buluşlar, günlerin yüzüne mıhlanıp kalır ve zamanın adı olur kendiliğinden. Vakti gelince bize sormadan çıkıp gelirler saklandıkları kuytulardan. Tıpkı âşina kokular, bizde hatırası olan sesler gibi. Biz oradayızdır artık, onlarlayızdır. Yaşamak, biraz da hatırlamak değil midir, hatırlayıp yeniden yaşamak... Aylara bakmak, kendimize bakmaktır; öznel tarihimize. Doğumlara ve ölümlere; kavuşmalara ve ayrılıklara… Burada Zeki Coşkun'un o harikulade kitabını hatırlamamak mümkün mü? 'Ay Olsun Aynam', (Yeniyaz Yayınları) ayların öznel tarihiydi bir bakıma ve ne dokunaklı metinlerdi onlar!..

Ayları bir de yazarların, şairlerin adlarıyla anmayı severim ben. Doğduğu yahut öldüğü ayı, adıyla doldurur bir yazar. Onun hatırası bütünüyle kaplar artık o zamanları. Vakti geldiğinde günleri, haftaları değil, onu anar, onunla meşgul oluruz. Haziran nedir? En çok Cemil Meriç'tir, Cahit Zarifoğlu'dur… Kasım, Yahya Kemal'dir, Cahit Sıtkı ekimdir… Ekimde doğup ekimde ölmüştür… Aralık?.. Baştan sona Mevlânâ'dır… Biraz da Mehmet Akif ve Necatigil… Mevlânâ'nın Şeb-i Arus'u öyle kuşatır ki iklimi, bütün ay boyunca hatırası aramızda yaşar; yeniden yeniden hatırlatır kendini. İşte bakın, şimdi her yerde onun adı anılıyor, her mekânda onun Mesnevi'sinden dizeler okunuyor. Ve bir şehir, misafir olduğu Konya, bütün bütün Mevlânâ oluyor gece gündüz.

Aralık Mevlânâ'dır ve bunda bir hikmet vardır şüphesiz. Gözler, çoktan gelecek yeni yıla çevrilmiştir. Ölü doğmuş bir aydır aralık, yaşanmadan buruşturulup atılır. Dağlarca'nın o güzelim kelimesiyle, 'yaşamasız' kalır, hatırasız... İşte Mevlânâ, o düğün gibi ölümüyle bu haksızlığı silmek ister gibidir. Şeb-i Arus, sönmüş ocağın ateşini körükler, mumlara ışık verir ve pervaneleri habire dönmeye, aşkın katına çıkmaya çağırır. Bitip giden yıla bir hüsn-i hatime olur... Ve sevilir, bitişleri hatırlatan, ne hatırlatması, adamakıllı yaşatan aralık, her şeye, her şeye rağmen sevilir. Bir vuslat şarkısıyla uğurlanır eskimiş yıl ve sislerin, karaltıların arasından umut çıkar gelir. Konuşan Mevlânâ'dır: "Her gün bir yerden göçmek ne iyi / Her gün bir yere konmak ne güzel / Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş!/ Dünle beraber gitti cancağızım, / Ne kadar söz varsa düne ait / Şimdi yeni şeyler söylemek lazım…"

Mittwoch, Dezember 13, 2006

Mine Alpay Gün / Milli Gazete

Dizilerdeki şiddet ve ahlak erozyonu


Televizyonların reyting uğruna harcadıkları değerler korkutucu boyutlara ulaştı. İnsanların sanal alemin kahramanları ile kendilerini özdeşleştirmeleri sonucunda ortaya dehşet manzaralar çıkabilmekte. Özellikle zayıf karakterli ve hastalıklı bir ruh taşıyanlar için bu kahramanlar, örnek alınacak yegane kişiliklerdir. Hatta giderek zamanla bu kişiler, film karakterlerinin yerinde kendilerini görmeye bile başlarlar.

Son yıllarda Türkiye televizyon izleyicisi gençler ve hatta çocuklar için bile; Kurtlar Vadisi bir başucu kitabı gibi hayat klasiği oldu. Bilgisayarlarda cd’leri defalarca seyretmeye doyamayan gençler kafa kesme sahnelerini izlerken kendilerinden geçtiler. Vahşi bir öldürme ve cinayet kültürü edinen gençler bu yeni bilgileri kullanmakta geç kalmadılar. Okullarda şiddet olayları arttı. Gençler ustaca birbirlerine bıçak çektiler. Hatta evden babasının silahını kapıp gelen ya da harçlıklarını biriktirip Rus pazarından tabanca satın alanların sayısında artış oldu. Bu silahların işlevleri ise can alarak duyulmaya başladı. Liseli gençler birbirlerini tarayıp kimi hapse kimi mezara düştü. Hatta bayramda seri cinayetler işleyen iki gencin bu diziden etkilenmediğini kim iddia edebilir ki. Dizi aile hayatını da çok kötü etkiledi. Hollanda’da genç bir kayınvalide; bizim damat Kurtlar Vadisini hanımından daha çok seviyor. Cd’lerini sabaha kadar tekrar tekrar seyretmeye doyamıyor, demişti.

Bugünlerde tartışılan diğer bir dizi ise; seyretmeye vakit ayırmadığım Binbirgece. Ahlaksız Teklifin Türk versiyonunda bu kez hasta çocuğu için bir gecelik namus satışında bulunan annenin masumiyeti toplumun insafına sunuluyor. Kadın duygusallığına, evet ben de çocuğum için aynısını yapardım demesi dayatılırken; erkek dünyası kırılan onurlarını tamir için zengin patrona kafa tutma duyarlılığını gösteriyor neyse. Önce bir köşe yazarı meseleye dikkat çekiyor. Ardından diğer meslektaşları koyunların dereden atlayışı gibi peşine takılıyorlar da Türkiye toplumuna dayatılmak istenen bir defacık zinanın zaruret miktarı olup zinadan sayılmayacağı hükmü alaşağı ediliyor. Toplumun din ve ahlaktan uzak kesimi için zaten her yol mubah. Fakat kendi halinde insanların, evlat için ajitasyonu ile; ahlak erozyonuna onay vermeleri gibi bir sonucu da bu toplum hiç haketmiyor. Erdemin, değerlerin korunması adına yapılan çalışmaların saygınlığını yitirdiği yerde, ahlaksızlık için bu derece çaba harcanması insanı korkutuyor. Başıörtülü kadınların toplumdan dışlandığı bir süreçte namuslarını bozuk para gibi harcayanların baştacı edilmesi ateşle oynamakla aynı anlama gelmekte. Saygınlığın ahlaksızlığa tanınması insanı çok üzmekte.

Ahlaksızlığın kadınla ilgili boyutu dikkatimizi çabuk çekmekte. Fakat erkek ahlaksızlığı üzerinde fazla da durmuyor bizim toplum. Kadına ahlak dersi veriyor ama konu erkek olunca onun doğal hakkıymış gibi ya da daha tehlikelisi bütün erkekler hep fırsatçı hep ahlak düşmanı gibi bir genelleme de toplumda kabul görmekte. Dizideki para karşılığı namus satın alan patronun düştüğü alçaltıcı dram, temiz erkeklerin de vicdanlarını sızlatmakta. Böyle onursuz, böyle acımasız, insanlıktan, şefkat ve merhametten, sevgi ve saygıdan uzak; hayvani bir pozisyona düşebilmeyi her erkek kabul edebilir mi acaba? Bu diziler çevrilirken asıl erkek dünyasına, insanın öteki yarısına çok büyük bir kötülük yapıldığı düşünülmüyor mu acaba? Nitekim ilkokul öğrencisi çocuk, arkadaşına ahlaksız teklifte bulunduğu için olayı ortaya çıkaran öğretmen dizinin kanalı tarafından taşa tutulabilmekte.

Erkek dünyasını alçaltma galiba biraz daha fazla yapılmakta. Fakat toplum bunun üzerinde fazla durmamakta. Yine o klasik Ayşe’ nin namusunu koruyup, Ali’nin namussuzluğunu görmezden gelerek, ya da nasıl olsa o erkek yapar ön kabulü ile hareket edildiği için ortaya benzer şeyler çıkmakta. Bir başka dizi Avrupa Yakası’nda da bu olgu çokça işlenmekte. Dizinin delikanlı Sacit’i bir kızı sevmesine karşın eve hayat kadınlarını getirebilmekte. Üstelik dizinin senaristi kadın. Bir kadın olmasına karşın, hayat kadınlarını çok kötü betimleyebilmekte; hemcinslerini kötü yolda da olsa oldukça berbat bir konumda gösterebilmekte. Sacit’in delikanlı karakterinin eve başka kadınları getirmesinin çok doğal olduğu izlenimi, erkek dünyasını çok yaralayıcı bir hakaret. Bu tavrın da yeni yetişen nesil için örnek alınacağı çok aşikar. Belki dizi yapımcıları kendilerinin ahlak hocası olmadığını savunacaklardır ama ahlaksızlık eğitmeni gibi davranmayı alışkanlık haline getirdiklerini anlasalar iyi olacak...

Freitag, Dezember 08, 2006

Ertugrul Özkök / Hürriyet

Egosu kulaklarından fışkıranlar

UZUN yıllar genel yayın yönetmenliği yapmış yabancı bir gazeteci dostum bir gün şunu söylemişti:

"Genel yayın yönetmenliği, egosu kulaklarından fışkırmış insanların çalıştığı gazeteleri yönetme sanatıdır."

Bana abartılmış, hatta insafsız bir değerlendirme gibi görünmüştü.Ama aradan yıllar geçtikçe, kendi kendime "Acaba bu abartılmış yargıda belli bir gerçek taraf da yok mu" diye düşünüyorum.Yaptığımız meslek, sahip olduğumuz köşeler ister istemez egolarımızı da sivrileştiriyor.Tabii bunun ölçüleri de var.Bazılarımız bu egoları kontrol edebiliyoruz.Bazılarımız ise tanrılar katına çıkmış, arzın merkezinde kendisine taht kurmuş.Her gün o tahttan, aşağıdaki ölümlüleri yargılıyor, mahkûm ediyor."Sadece ben ve birkaç arkadaşım, dürüst, namuslu ve erdem sahibiyiz, geriye kalan herkes pisliğe bulaşmıştır" duygusu, bu ego hastalığının terminal safhasıdır.Artık hiçbir zihni kemoterapi bu hastalığı iyileştiremez.Bunlar kim midir?Etrafınıza bakın, en çok "Ben bunu yazmıştım", "Bunu ilk ben yazmıştım" diye durmadan göğsünü yumruklayan, böbürlenen kim varsa önce onlardır.Eğer böyle zihni hastalıktan mustarip bir gazeteci değilseniz şunu çok iyi bilirsiniz.Gazetecilik hata yapma riskini göze alma mesleğidir.Daha doğrusu gazetecilerin hata yapma özgürlüğü de vardır.Ama bu özgürlük, aynı zamanda tespit ettiğiniz hatayı düzeltme görevini de üzerinize yükler.

Ben tanrılar katına çıkamamış bir gazeteciyim.İnsani zaaflarım, zaman zaman bana hata yaptırır.O zaaflar aynı zamanda mesleğe bakışımı zenginleştiren bir etkide de bulunur. Çünkü zaaflarım, en insani yanımdır ve o yanım, sağ omzumdaki melek gibi beni korur, doğru yola gitmeye zorlar.Zaman zaman şeytana uymam dersem de yalan söylemiş olurum.Geçen gün televizyonda Başbakan Tayyip Erdoğan’ın AKP Grubu’nda İran gezisi ile ilgili değerlendirmesini dinliyordum.İran’la ve Ortadoğu’daki öteki ülkelerle ilişkilerin gelişmesini anlatıyordu.Ben, AKP’nin Ortadoğu politikalarını çok eleştirdim.HAMAS’ın Türkiye’ye davet edilmesinin yanlış olduğuna hálá inanıyorum.Türkiye’nin İkinci Körfez Savaşı sırasında Kuzey Irak’a asker göndermemesini tarihi bir hata olarak görüyorum.Ama eleştirdiğim başka bazı konularda da, şimdi sonuçlarına baktığım zaman doğru işler yapıldığını görüyorum.Bölge ülkeleri ile olan ilişkilerde doğru ve etkili adımlar da atılmış.Mesela İran ve Suriye ile ilişkilerin geliştirilmesi çok yerinde olmuş.Türkiye bölgede hakikaten sözü dinlenen bir ülke haline geliyor.Üstelik bunu yaparken bir zamanlar Necmettin Erbakan’ın Kaddafi çadırlarında düştüğü trajik durumlara hiç düşülmemiş.Kısaca dış politikanın bu ayağı iyi yürüyor.Hükümetin dün Kıbrıs konusundaki bir atağı da bence müthiş bir diplomatik başarıdır.

Buna karşılık beni çok endişelendiren bir gidiş de var.İlk bakışta bu bir dış politika sorunu değil, ülkenin içini ilgilendiriyor.Ama bu sorunun çözümü de yine dış politikadan gelecek.Bir süredir Türkiye’de Batı aleyhtarlığı alabildiğine büyüyor.Bunun bir nedeni ABD’nin Irak’ta yürüttüğü savaş.Öteki de PKK terörünün Türk halkında yarattığı nefret.Türkiye’nin Amerika Birleşik Devletleri, İsrail ve Avrupa ile ilişkileri de aynı etkileyici boyuta getirildiği takdirde bu, Türkiye’nin de dünyanın da lehine olacak diye düşünüyorum. Yani Ortadoğu ülkelerinin gözünde Türkiye düşmanlığını silen Başbakan ve Dışişleri Bakanı’nın, şimdi Türk kamuoyunda yerleşmeye başlayan Batı aleyhtarlığını da düzeltmek için adımlar atması gerektiğine inanıyorum.Erdoğan-Gül ikilisi bunu da başarırsa, Türk dış politikası altın devrini yaşayacaktır.Son 4 yılda yapılanlara bakınca, bunun da imkánsız olmadığı kanaatine varıyorum.

Dienstag, Dezember 05, 2006

Mehmet Ali Birand / Hürriyet

Türkiye Avrupa’ya, bir kaç numara büyük geldi…

Brüksel’de inanılmaz bir pazarlık yaşanıyor. Türkiye projesini toprağın en derinlerine gömmek isteyenlerle, nefes alma imkanı vermek isteyenler kıyasıya savaşıyorlar. Bakın kim hangi cephede pozisyon alıyor ve ne öneriyor?

Avrupa Birliği Türkiye’den rahatsız oldu. Büyüklüğü ve içeri girdiği zaman dengeleri alt üst etme olasılığından korktu ve müzakerelerin yavaşlatılması konusunda, üyeler arasında bir uzlaşı doğdu.

Kimi, tamamen kendi iç politikalarındaki çalkantılardan, kimi tamamen farklı nedenlerle, tam üyelik müzakereleri daha doğru dürüst başlatılamadan, “nefes alma” ihtiyacı duydular. Bunu gerçekleştirebilmek için de bir bahane gerekiyordu ve uluslararası kamuoylarına en kolay anlatılabilinecek veya haklılık payının yüksek olduğuna inandırılabilinecek konu Kıbrıs idi. Kıbrıs’ı bahane olarak seçtiler. Papadopulos şanslıymış, hiçbir şey yapmadan, hiç hakketmediği şekilde kazançlı çıktı. İlerde, bugün onu omuzlarında taşıyanlar, başka gerekçelerle cenazesini de taşıyacaklar, ancak biraz zaman geçmesi gerekecek.

Bugün yaşanan durumu şöyle özetleyebilirim:

Türkiye Avrupa’ya, bir kaç numara büyük geldi.

Hani, bir elbise veya ayakkabı denersiniz, üstünüze geçirdiğiniz anda hissedersiniz. Çok büyüktür. İşte aynen böyle bir durumla karşı karşıyayız.

Yaşananların Türk dostluğu veya Türk düşmanlığı ile hiçbir ilgisi yok.

Avrupalı siyasiler, bizim politikacılarımızdan farksızlar. Günü gününe yaşıyorlar. Uzun vadeli düşünmüyorlar. Vizyonları yok. 10-15 yıl sonrasındaki kazançlar onları ilgilendirmiyor. Onlar da, bizimkiler gibi bu yılki veya iki yıl sonraki seçimleri düşünüyorlar. Nasıl Kıbrıs umurlarında değilse, uzun vadeli çıkarlarını da hesaplamıyorlar. Yarın işlerine geldiğinde göreceksiniz, Papadopulos’u bırakıp, Türkiye’yi omuzlarında taşıyacaklardır.

Şu yaşadıklarımız, tipik Uluslararası bir dengeler ve pazarlıklar oynudur. Kişiselleştirmeyelim ve dost-düşman komplekslerine girmeyelim.

Şimdi gelelim bugünkü duruma…

İKİ AYRI CEPHE OLUŞTU VE KILIÇLAR ÇEKİLDİ…

HAYIR CEPHESİ: Fransa, Almanya, Avusturya, Hollanda, Danimarka, Kıbrıs ve Yunanistan’ın başı çektiği bu grup 11-12 Aralık Dışişleri Bakanları toplantısında, Avrupa Komisyonu’nun tavsiye kararının ağırlaştırılmasını istiyor:


1. Askıya alınan bölüm sayısını 8’den 10’a çıkarılması.
2. 18 ay süre tanınması ve bu süre sonunda Türkiye limanları açmamışsa, askıya alınan bölüm sayısının daha da arttırılması.
3. Kıbrıs’ta çözüm için BM’nin harekete geçirilmesi tavsiyesinden vaz geçilmesi.

Bu değişikliklere bakınca, AB Komisyonu tavsiyelerinin sanıldığı kadar kötü ve kısıtlayıcı olmadığı anlaşılıyor. Bundan dolayı da, ne yapıp edip Avrupa Komisyonu önerilerinin değişmemesi, bırakın hafifletilmesini, daha da ağırlaştırılmadan kurtarılması, Türkiye’nin çıkarlarına daha uygun düşüyor. Hükümet hafifletme istiyor. Gayet tabii isteyecek. Ancak bizler bilelim ki, ehven-i-şer, Komisyon’un tavsiyeleridir.

EVET CEPHESİ: İngiltere, İspanya ve İtalya’nın başını çektiği bir başka grup ise, Türkiye’ye kesilen cezanın hafifletilmesi için mücadele ediyor. AB toplantılarında bir kararın alınabilmesi uzlaşıya bağlı. Birinin HAYIR demesi, kararı bloke edebiliyor. EVET’çilerin en büyük avantajları da bu. Kararı bloke edebilecekler, ancak karar alınamaması Türkiye açısından avantaj yaratmıyor. Zira böyle bir olasılıkta, Kıbrıs herşeyi bloke edeceğinden dolayı, müzakereler fiilen donacak.

Özetle, HAYIR’cılar Türkiye ile müzakereleri mümkün olduğu kadar derine gömmeye çalışıyorlar. Hiç değilse birkaç yıl boyunca, Türkiye konusunun tekrar gündemlerine gelmemesini sağlamak istiyorlar. EVET’çiler ise, tam aksine Türkiye’yi mümkün olduğu kadar toprağa yakın tutmak istiyorlar ki, konjonktür değişir değişmez hızla hareketlenilebilsin.

Avrupa birşeyi unutuyor: Türkiye’nin Avrupalılığına onlar karar veremeyecekler. Ona bizler karar vereceğiz. Türkiye’den kurtulamayacaklar.




Freitag, Dezember 01, 2006

Meral Tamer / Milliyet

Londra Belediye Başkanı'nın makam aracı yok

Bizim halkımız İngilizlerden zengin mi ki, valilerimize devletin kesesinden 300 bin YTL'lik S350 Mercedes satın alınıyor?

Herhangi bir yanlış anlaşılma olmasın. Devletimiz, valilerimizin seyir halindeyken güvenliğini ve konforunu elbette sağlamalıdır. Ama aynı devletimiz bunu sağlarken, Doğu'nun pek çok köyünde halkımızın tezek yakarak yaşamını sürdürdüğünü de gözardı etmemelidir. Evet bugün yine konumuz, son aylarda valilerimizin devletin kesesinden peşpeşe satın aldıkları, 300 bin YTL değerindeki 2007 model S350 Mercedesler. Özellikle uzun yıllar yurtdışında yaşayan okurlarım, kamudaki bu savurganlığı hayretle izliyor ve e - posta mesajlarıyla beni de bilgilendiriyorlar. Metin Çayla'dan gelen e - posta çok karamsar: "İngiltere'de valiler ve de belediye başkanları metrolarla yolculuk yapıyorlar. Arabalarını kendi ceplerinden ödeyerek satın alıyorlar. Türkiye eğitimsiz bir toplum olduğu sürece, sultanlık devri hiç bitmez." Yurtdışındaki uygulamaların araştırılmasını isteyen okurum Kerem Tüfekçi'nin önerisi çok yerinde: "Vali Bey o şehirde devletin temsilcisi, makam aracı da ona göre olacak diye bir mantık geliştirdik maalesef. Avrupa'da makam aracı nasıl tahsis ediliyor? Özellikle Almanya gibi geniş coğrafyadaki bir ülkede ya da Finlandiya gibi doğası zor bir ülkede ya da Fransa gibi bürokrasisi kalabalık ve güçlü bir ülkede bu iş nasıl yapılıyor?"

Fransa'da vali yok mu?

Fransa'daki valilerin makam aracı durumunu öğrenmek için Paris temsilcimiz Sabetay Varol'u aradım ve hiç beklemediğim bir yanıtla karşılaştım: "Vallahi Meral, ben 20 küsur yıldır Fransa'da yaşıyorum; yabancı heyetlerle Fransa içinde pek çok kente defalarca gittim, ama bugüne kadar tek bir vali bile görmedim. Burada valiler Türkiye'deki gibi ortalıkta dolaşmazlar..."Londra temsilcimiz Nevsal Elevli'yi aradığımda ise bugünkü yazımın başlığı çıktı. Doğrusu ben Londra'nın belediye başkanının işine trenle gidip geldiğini bilmiyordum. Diyebilirsiniz ki Ken Livingstone ya da nam-ı diğer Kızıl Ken, kendine özgü bir kişilik. Ama gece yarısından sonra tren olmadığı için kullandığı taksinin parasının bile kamuoyunun tepkisine yol açmasına ne diyeceksiniz? Livingstone, 2002'deki taksi harcamaları 5 bin 500 sterlin olduğu için o denli eleştirilmiş ki, 2003'te daha az taksiye binmiş ve harcamalar 3 bin sterline düşmüş. Ama eleştiriler durulmayınca Londra Belediye Başkanı'nın 2004 yılı taksi harcamaları 1033 sterline kadar gerilemiş. Şaka gibi değil mi?

Başkanın taksi parası

İngiltere gibi kişi başına milli geliri 30 bin dolar olan zengin bir ülkenin en büyük kentinin belediye başkanı, devletin kesesinden yılda 2 - 3 bin sterlinlik taksi masrafı yaptı diye sorgulanıyor; ama kişi başına milli geliri 2 bin doların altında olan Doğu illerimizde valilerimiz peşpeşe 300 bin YTL'lik 2007 model S350 Mercedes'i makam aracı olarak satın alıyor.Okurum Fuat Aydın'ın e - posta mesajında bir hatırlatma var: "S serisi, Arap şeyhlerinin yaptırdıkları altın kaplamalı özel imalatlar hariç, Mercedes'in en lüks imalatıdır." Yoksa bizim valiler Arap şeyhlerine mi özeniyor?