Makalelerin iceriginden, editörlügümüz veya dernegimiz sorumlu degildir.

Mittwoch, Dezember 27, 2006

Emin Pazarci / Bugün Gazetesi

Uzakdoğu’da Türk olmak

Tarihler 26 Aralık 2004'ü gösteriyordu. İnsanlık tarihinin en büyük felaketlerinden biri Endonezya ve Sri Lanka'da yaşandı.

Saatte 600 kilometre ile gelen tsunami öyle bir vurdu ki... Bölgede aylarca ceset toplandı. Sadece Kızılay görevlileri bile küçücük bir hastane inşaatı sırasında toprak altındaki 7-8 cesetle karşılaştı. Türkiye ise, felaketin ilk gününden itibaren oradaydı. İki yıl gibi kısa sürede bölgeye damgasını vurdu. Kızılay Genel Başkanı Tekin Küçükali, felaketin ikinci yıldönümünde Endonezya medyasına bir yemek verdi.

Yemekte konuşan Endonezya Yeniden Yapılandırma Kurumu Başkanı Kuntoro Mangkysubrodo, "Burada öyle işler yaptınız ki" dedi: - Bizim standartlarımızı yükselttiniz. Banda Aceh'teki insanlara yeni ufuklar açtınız. Medeniyet getirdiniz. Türk Heyeti, Endonezya'ya geçmeden Sri Lanka'ya da uğradı. Türkiye için Sri Lanka'daki felaketi anma töreni üç gün önceye çekildi. Yetmedi, bu kadarla da kalmadı... Sri Lanka Cumhurbaşkanı Mahinda Rajupaksa üç bakanını da yanına alarak törenlere katıldı.

Ülkesindeki Türk köyünün açılışını Devlet Bakanı Mehmet Ali Şahin ile birlikte yaptı. Sri Lanka, Budistler'in ağırlıkta olduğu bir ülke. Sadece yüzde 10'luk bir kitle Müslüman. Kızılay Genel Başkanı Tekin Küçükali, Başkent Kolombo'da tarihi bir camiye gitti. Çevreyi incelerken yanına sakallı bir genç yanaştı: - Siz nereden geldiniz? Niye etrafı inceliyorsunuz? Küçükali'nin "Ben Türk Kızılayı'nın başkanıyım" demesi ile caminin içi hareketlendi. Sri Lankalı Müslümanlar, hemen konuklarını imam odasına götürdüler. "Siz bizim göğsümüzü kabarttınız" dediler: - Siz burada bir Türk köyü yapmışsınız. Orada Budistler için bir de tapınak inşa etmişsiniz. Budist rahipler bunun için bize gelip "Kızılhaç'tan istedik olmadı, ama Türkler bize tapınak yaptı" dediler. Yaptığınız tapınak için Budistler adına camiyi ziyaret edip, bize teşekkür ettiler.

Felaketin ikinci yıl dönümünde Kızılay Heyeti ile birlikte Devlet Bakanı Mehmet Ali Şahin ve Başbakanlık Müsteşarı Prof. Dr. Ömer Dinçer de bölgedeydi... Ömer Dinçer, "Kızılay artık ulusal değil, küresel bir örgüt oldu" dedi: - Eğer yardım götürdüğünüz bölgelerde halk sizi alkışlıyor ve Türk bayrakları sallıyorsa, katlandığınız maliyetin fazlasını alıyorsunuz demektir. Sri Lanka ve Endonezya'da gördüklerimiz bizi duygulandırdı. Türk olduğumuz için iftihar ediyoruz. Son sözü de Devlet Bakanı Mehmet Ali Şahin söyledi: - Biz buralara sadece yardım amacıyla geldik. Ama, bize başka kapılar ve gönüller de açıldı. Hepimiz burada gördüklerimizden gurur duyduk, iftihar ettik. Kızılay Heyeti ile birlikte Endonezya ve Sri Lanka'ya giden herkes, Türk olmanın hazzını yaşadı!

Freitag, Dezember 22, 2006

Serdar Turgut / Aksam

Kriz tedirginliği

Türkiye’nin başaracağı çok iş var ve motor güç de iş dünyası olacak. Yeter ki siyaset, krizleri ile engelleyici rol oynamasın.

İşte bu nedenle bu gazete serbest rekabeti, piyasa ekonomisini, hür girişimciliği ve Avrupa Birliği’ni destekliyor, desteklemeyi de sürdürecek. Çocuklarımızın geleceğinin o ortamda iyi olacağına inanıyoruz...

Erken seçim ve sine-i millete dönüş konularında tavrını netleştirmeye çalışan CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, iş dünyasının ise anlamlı sessizlik içinde olduğu yorumunu yaptı.İş dünyasının hem tedirgin hem de anlamlı bir sessizlik içinde olduğu doğrudur. İş dünyası 2007 yılında seçim, cumhurbaşkanlığı meselesi gibi konularda siyasi kriz çıkması ihtimaline karşı son derece tedirgindir. İş dünyası zaten globalleşen dünyada büyük baskılar altında ve büyük rekabet koşullarında iş yapmaya çalışmaktadır. Bu dünyanın istediği en son şey; siyasi düzeyde yaşanabilecek aksamalardır.

İş dünyası bu ülkenin geleceğini kurma işine çoktan soyunmuş durumda. Gelecek kuşaklar için büyük yatırımlara ve ortaklıklara gidilmiştir. Cesurca atılan bu adımların olduğu dünya da çok kırılgandır. Tayland’da yaşanan olaylara bir bakın; orada hükümetin serbest piyasaya müdahale eden bir tavır sergilemesi, ülke ekonomisini bir anda tehlikeye atmıştır. Büyük miktarda sermaye çıkışları yaşanmış ve hükümet bir günde kararlardan geri dönmüştür.

Türkiye’de de bir Anayasa fırlatılması olayıyla yaşananları iyi hatırlayan iş dünyası, siyasi düzeyde çıkabilecek bir karışıklığa hiç yumuşak bakamıyor ve gayet tabii ki anlamlı bir sessizlik içinde.Ancak ileride olabilecek bir siyasi krizin şu andaki tedirginliği bile piyasalara son derece olumsuz yansımıştır. Ülkenin makro dengelerine bakıldığında belki bir kriz görünmüyor olabilir ama yakın çevrenizde son zamanlarda iş aramaya çalışan bir tanıdığınız varsa ülke ekonomisinin durumunu ona sormanızı tavsiye ediyoruz. İş bulmak son günlerde gittikçe daha fazla zorlaştı. Anayasa fırlatılmasıyla başlayan krizde de en büyük darbeyi yiyenler ülkenin eğitimli, mesleğe sahip insanlarıdır. Birçok kişi işsiz kalmış ve hayatları alt üst olmuştu. Şimdi de iş bulmak neredeyse imkansız.

Halbuki bu ülkenin işadamlarının büyük projeleri ve hayalleri, Türkiye’yi ileriye taşıyacak potansiyelleri de var. Gençler bunu anlıyor ve bu yüzden siyasetten soğuyorlar. Çünkü siyaset kriz çıkarma kaynağı olarak görülüyor.Bu bağlamda Avrupa Birliği’nin ne kadar hayati önemde olduğunu görmek de gerekiyor. Türkiye’nin iş dünyası Avrupa Birliği üyeliğine çoktan hazırdır ve gelecek planları da buna göre yapılmaktadır. İş hayatına yeni atılan Türk insanı da bu gerçeği net olarak görmektedir. Türkiye’nin başaracağı çok iş var ve motor güç de iş dünyası olacak. Yeter ki siyaset, krizleri ile engelleyici rol oynamasın.

İşte bu nedenle bu gazete serbest rekabeti, piyasa ekonomisini, hür girişimciliği ve Avrupa Birliği’ni destekliyor, desteklemeyi de sürdürecek. Çünkü çocuklarımızın geleceğinin o ortamda iyi olacağına inanıyoruz...

Samstag, Dezember 16, 2006

Ali Colak / Zaman

Mevlânâ kokusu

Ayların da bir ruhu, sesi ve kokusu olduğuna inanırım. Mayısta hanımeli saltanatı... Haziran baygındır biraz; ıhlamur kokar bütün bütün. Ağustosta kavun, karpuz kokusu… Eylül ayva kokar bir de yeni açılmış kurşun kalem…

Ve yazık ki karanlık bir örtü gibi 'ihtilal'dir nicedir eylülün bir adı. Zulüm kokar, acı kokar. Kopkoyu bir ihanettir, ebedi bir kirletiş… Ekimde deniz ve balık… Kasımda çürümüş yaprak kokusu. Aralık kesif bir kükürt… Sahiden var mıdır bu kokular, yoksa ben mi uydururum; öyle olmasını isterim, bilmem!.. Zaten insan, o sonsuz zamanı başka türlü nasıl sınırlandırır, nasıl kendine yakınlaştırır, nasıl içli dışlı olur onunla?

İnanırım, ayların da bir kaderi vardır. Bizimkiyle iç içe yürüyen, bizimkine şahitlik eden yahut bizimkini sarıp sarmalayan… Yıllar, yıllar önce bir yazımda, eylülün nisan'a aşkını anlatmıştım. Eylülün bütün hüznünün, kırılganlığının ve sabırsızlığının sebebi bu kavuşmasız aşktır, demiştim. Doğrudur, âşık olur günler ve aylar da, üzülür, sevinir, yazıklanır… En azından biz, ruhumuzun iklimine göre böyle böyle haller yakıştırırız onlara.

Nesneleri, zamanı, mekânı ehlileştirip kendine yâr etmenin bir yolu da, onlara insani bir kısım kıpırtılar, sıcaklıklar bulaştırmaktır. Hafızamıza kazınmış aşklar, acılar; yitiriş ve buluşlar, günlerin yüzüne mıhlanıp kalır ve zamanın adı olur kendiliğinden. Vakti gelince bize sormadan çıkıp gelirler saklandıkları kuytulardan. Tıpkı âşina kokular, bizde hatırası olan sesler gibi. Biz oradayızdır artık, onlarlayızdır. Yaşamak, biraz da hatırlamak değil midir, hatırlayıp yeniden yaşamak... Aylara bakmak, kendimize bakmaktır; öznel tarihimize. Doğumlara ve ölümlere; kavuşmalara ve ayrılıklara… Burada Zeki Coşkun'un o harikulade kitabını hatırlamamak mümkün mü? 'Ay Olsun Aynam', (Yeniyaz Yayınları) ayların öznel tarihiydi bir bakıma ve ne dokunaklı metinlerdi onlar!..

Ayları bir de yazarların, şairlerin adlarıyla anmayı severim ben. Doğduğu yahut öldüğü ayı, adıyla doldurur bir yazar. Onun hatırası bütünüyle kaplar artık o zamanları. Vakti geldiğinde günleri, haftaları değil, onu anar, onunla meşgul oluruz. Haziran nedir? En çok Cemil Meriç'tir, Cahit Zarifoğlu'dur… Kasım, Yahya Kemal'dir, Cahit Sıtkı ekimdir… Ekimde doğup ekimde ölmüştür… Aralık?.. Baştan sona Mevlânâ'dır… Biraz da Mehmet Akif ve Necatigil… Mevlânâ'nın Şeb-i Arus'u öyle kuşatır ki iklimi, bütün ay boyunca hatırası aramızda yaşar; yeniden yeniden hatırlatır kendini. İşte bakın, şimdi her yerde onun adı anılıyor, her mekânda onun Mesnevi'sinden dizeler okunuyor. Ve bir şehir, misafir olduğu Konya, bütün bütün Mevlânâ oluyor gece gündüz.

Aralık Mevlânâ'dır ve bunda bir hikmet vardır şüphesiz. Gözler, çoktan gelecek yeni yıla çevrilmiştir. Ölü doğmuş bir aydır aralık, yaşanmadan buruşturulup atılır. Dağlarca'nın o güzelim kelimesiyle, 'yaşamasız' kalır, hatırasız... İşte Mevlânâ, o düğün gibi ölümüyle bu haksızlığı silmek ister gibidir. Şeb-i Arus, sönmüş ocağın ateşini körükler, mumlara ışık verir ve pervaneleri habire dönmeye, aşkın katına çıkmaya çağırır. Bitip giden yıla bir hüsn-i hatime olur... Ve sevilir, bitişleri hatırlatan, ne hatırlatması, adamakıllı yaşatan aralık, her şeye, her şeye rağmen sevilir. Bir vuslat şarkısıyla uğurlanır eskimiş yıl ve sislerin, karaltıların arasından umut çıkar gelir. Konuşan Mevlânâ'dır: "Her gün bir yerden göçmek ne iyi / Her gün bir yere konmak ne güzel / Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş!/ Dünle beraber gitti cancağızım, / Ne kadar söz varsa düne ait / Şimdi yeni şeyler söylemek lazım…"

Mittwoch, Dezember 13, 2006

Mine Alpay Gün / Milli Gazete

Dizilerdeki şiddet ve ahlak erozyonu


Televizyonların reyting uğruna harcadıkları değerler korkutucu boyutlara ulaştı. İnsanların sanal alemin kahramanları ile kendilerini özdeşleştirmeleri sonucunda ortaya dehşet manzaralar çıkabilmekte. Özellikle zayıf karakterli ve hastalıklı bir ruh taşıyanlar için bu kahramanlar, örnek alınacak yegane kişiliklerdir. Hatta giderek zamanla bu kişiler, film karakterlerinin yerinde kendilerini görmeye bile başlarlar.

Son yıllarda Türkiye televizyon izleyicisi gençler ve hatta çocuklar için bile; Kurtlar Vadisi bir başucu kitabı gibi hayat klasiği oldu. Bilgisayarlarda cd’leri defalarca seyretmeye doyamayan gençler kafa kesme sahnelerini izlerken kendilerinden geçtiler. Vahşi bir öldürme ve cinayet kültürü edinen gençler bu yeni bilgileri kullanmakta geç kalmadılar. Okullarda şiddet olayları arttı. Gençler ustaca birbirlerine bıçak çektiler. Hatta evden babasının silahını kapıp gelen ya da harçlıklarını biriktirip Rus pazarından tabanca satın alanların sayısında artış oldu. Bu silahların işlevleri ise can alarak duyulmaya başladı. Liseli gençler birbirlerini tarayıp kimi hapse kimi mezara düştü. Hatta bayramda seri cinayetler işleyen iki gencin bu diziden etkilenmediğini kim iddia edebilir ki. Dizi aile hayatını da çok kötü etkiledi. Hollanda’da genç bir kayınvalide; bizim damat Kurtlar Vadisini hanımından daha çok seviyor. Cd’lerini sabaha kadar tekrar tekrar seyretmeye doyamıyor, demişti.

Bugünlerde tartışılan diğer bir dizi ise; seyretmeye vakit ayırmadığım Binbirgece. Ahlaksız Teklifin Türk versiyonunda bu kez hasta çocuğu için bir gecelik namus satışında bulunan annenin masumiyeti toplumun insafına sunuluyor. Kadın duygusallığına, evet ben de çocuğum için aynısını yapardım demesi dayatılırken; erkek dünyası kırılan onurlarını tamir için zengin patrona kafa tutma duyarlılığını gösteriyor neyse. Önce bir köşe yazarı meseleye dikkat çekiyor. Ardından diğer meslektaşları koyunların dereden atlayışı gibi peşine takılıyorlar da Türkiye toplumuna dayatılmak istenen bir defacık zinanın zaruret miktarı olup zinadan sayılmayacağı hükmü alaşağı ediliyor. Toplumun din ve ahlaktan uzak kesimi için zaten her yol mubah. Fakat kendi halinde insanların, evlat için ajitasyonu ile; ahlak erozyonuna onay vermeleri gibi bir sonucu da bu toplum hiç haketmiyor. Erdemin, değerlerin korunması adına yapılan çalışmaların saygınlığını yitirdiği yerde, ahlaksızlık için bu derece çaba harcanması insanı korkutuyor. Başıörtülü kadınların toplumdan dışlandığı bir süreçte namuslarını bozuk para gibi harcayanların baştacı edilmesi ateşle oynamakla aynı anlama gelmekte. Saygınlığın ahlaksızlığa tanınması insanı çok üzmekte.

Ahlaksızlığın kadınla ilgili boyutu dikkatimizi çabuk çekmekte. Fakat erkek ahlaksızlığı üzerinde fazla da durmuyor bizim toplum. Kadına ahlak dersi veriyor ama konu erkek olunca onun doğal hakkıymış gibi ya da daha tehlikelisi bütün erkekler hep fırsatçı hep ahlak düşmanı gibi bir genelleme de toplumda kabul görmekte. Dizideki para karşılığı namus satın alan patronun düştüğü alçaltıcı dram, temiz erkeklerin de vicdanlarını sızlatmakta. Böyle onursuz, böyle acımasız, insanlıktan, şefkat ve merhametten, sevgi ve saygıdan uzak; hayvani bir pozisyona düşebilmeyi her erkek kabul edebilir mi acaba? Bu diziler çevrilirken asıl erkek dünyasına, insanın öteki yarısına çok büyük bir kötülük yapıldığı düşünülmüyor mu acaba? Nitekim ilkokul öğrencisi çocuk, arkadaşına ahlaksız teklifte bulunduğu için olayı ortaya çıkaran öğretmen dizinin kanalı tarafından taşa tutulabilmekte.

Erkek dünyasını alçaltma galiba biraz daha fazla yapılmakta. Fakat toplum bunun üzerinde fazla durmamakta. Yine o klasik Ayşe’ nin namusunu koruyup, Ali’nin namussuzluğunu görmezden gelerek, ya da nasıl olsa o erkek yapar ön kabulü ile hareket edildiği için ortaya benzer şeyler çıkmakta. Bir başka dizi Avrupa Yakası’nda da bu olgu çokça işlenmekte. Dizinin delikanlı Sacit’i bir kızı sevmesine karşın eve hayat kadınlarını getirebilmekte. Üstelik dizinin senaristi kadın. Bir kadın olmasına karşın, hayat kadınlarını çok kötü betimleyebilmekte; hemcinslerini kötü yolda da olsa oldukça berbat bir konumda gösterebilmekte. Sacit’in delikanlı karakterinin eve başka kadınları getirmesinin çok doğal olduğu izlenimi, erkek dünyasını çok yaralayıcı bir hakaret. Bu tavrın da yeni yetişen nesil için örnek alınacağı çok aşikar. Belki dizi yapımcıları kendilerinin ahlak hocası olmadığını savunacaklardır ama ahlaksızlık eğitmeni gibi davranmayı alışkanlık haline getirdiklerini anlasalar iyi olacak...

Freitag, Dezember 08, 2006

Ertugrul Özkök / Hürriyet

Egosu kulaklarından fışkıranlar

UZUN yıllar genel yayın yönetmenliği yapmış yabancı bir gazeteci dostum bir gün şunu söylemişti:

"Genel yayın yönetmenliği, egosu kulaklarından fışkırmış insanların çalıştığı gazeteleri yönetme sanatıdır."

Bana abartılmış, hatta insafsız bir değerlendirme gibi görünmüştü.Ama aradan yıllar geçtikçe, kendi kendime "Acaba bu abartılmış yargıda belli bir gerçek taraf da yok mu" diye düşünüyorum.Yaptığımız meslek, sahip olduğumuz köşeler ister istemez egolarımızı da sivrileştiriyor.Tabii bunun ölçüleri de var.Bazılarımız bu egoları kontrol edebiliyoruz.Bazılarımız ise tanrılar katına çıkmış, arzın merkezinde kendisine taht kurmuş.Her gün o tahttan, aşağıdaki ölümlüleri yargılıyor, mahkûm ediyor."Sadece ben ve birkaç arkadaşım, dürüst, namuslu ve erdem sahibiyiz, geriye kalan herkes pisliğe bulaşmıştır" duygusu, bu ego hastalığının terminal safhasıdır.Artık hiçbir zihni kemoterapi bu hastalığı iyileştiremez.Bunlar kim midir?Etrafınıza bakın, en çok "Ben bunu yazmıştım", "Bunu ilk ben yazmıştım" diye durmadan göğsünü yumruklayan, böbürlenen kim varsa önce onlardır.Eğer böyle zihni hastalıktan mustarip bir gazeteci değilseniz şunu çok iyi bilirsiniz.Gazetecilik hata yapma riskini göze alma mesleğidir.Daha doğrusu gazetecilerin hata yapma özgürlüğü de vardır.Ama bu özgürlük, aynı zamanda tespit ettiğiniz hatayı düzeltme görevini de üzerinize yükler.

Ben tanrılar katına çıkamamış bir gazeteciyim.İnsani zaaflarım, zaman zaman bana hata yaptırır.O zaaflar aynı zamanda mesleğe bakışımı zenginleştiren bir etkide de bulunur. Çünkü zaaflarım, en insani yanımdır ve o yanım, sağ omzumdaki melek gibi beni korur, doğru yola gitmeye zorlar.Zaman zaman şeytana uymam dersem de yalan söylemiş olurum.Geçen gün televizyonda Başbakan Tayyip Erdoğan’ın AKP Grubu’nda İran gezisi ile ilgili değerlendirmesini dinliyordum.İran’la ve Ortadoğu’daki öteki ülkelerle ilişkilerin gelişmesini anlatıyordu.Ben, AKP’nin Ortadoğu politikalarını çok eleştirdim.HAMAS’ın Türkiye’ye davet edilmesinin yanlış olduğuna hálá inanıyorum.Türkiye’nin İkinci Körfez Savaşı sırasında Kuzey Irak’a asker göndermemesini tarihi bir hata olarak görüyorum.Ama eleştirdiğim başka bazı konularda da, şimdi sonuçlarına baktığım zaman doğru işler yapıldığını görüyorum.Bölge ülkeleri ile olan ilişkilerde doğru ve etkili adımlar da atılmış.Mesela İran ve Suriye ile ilişkilerin geliştirilmesi çok yerinde olmuş.Türkiye bölgede hakikaten sözü dinlenen bir ülke haline geliyor.Üstelik bunu yaparken bir zamanlar Necmettin Erbakan’ın Kaddafi çadırlarında düştüğü trajik durumlara hiç düşülmemiş.Kısaca dış politikanın bu ayağı iyi yürüyor.Hükümetin dün Kıbrıs konusundaki bir atağı da bence müthiş bir diplomatik başarıdır.

Buna karşılık beni çok endişelendiren bir gidiş de var.İlk bakışta bu bir dış politika sorunu değil, ülkenin içini ilgilendiriyor.Ama bu sorunun çözümü de yine dış politikadan gelecek.Bir süredir Türkiye’de Batı aleyhtarlığı alabildiğine büyüyor.Bunun bir nedeni ABD’nin Irak’ta yürüttüğü savaş.Öteki de PKK terörünün Türk halkında yarattığı nefret.Türkiye’nin Amerika Birleşik Devletleri, İsrail ve Avrupa ile ilişkileri de aynı etkileyici boyuta getirildiği takdirde bu, Türkiye’nin de dünyanın da lehine olacak diye düşünüyorum. Yani Ortadoğu ülkelerinin gözünde Türkiye düşmanlığını silen Başbakan ve Dışişleri Bakanı’nın, şimdi Türk kamuoyunda yerleşmeye başlayan Batı aleyhtarlığını da düzeltmek için adımlar atması gerektiğine inanıyorum.Erdoğan-Gül ikilisi bunu da başarırsa, Türk dış politikası altın devrini yaşayacaktır.Son 4 yılda yapılanlara bakınca, bunun da imkánsız olmadığı kanaatine varıyorum.

Dienstag, Dezember 05, 2006

Mehmet Ali Birand / Hürriyet

Türkiye Avrupa’ya, bir kaç numara büyük geldi…

Brüksel’de inanılmaz bir pazarlık yaşanıyor. Türkiye projesini toprağın en derinlerine gömmek isteyenlerle, nefes alma imkanı vermek isteyenler kıyasıya savaşıyorlar. Bakın kim hangi cephede pozisyon alıyor ve ne öneriyor?

Avrupa Birliği Türkiye’den rahatsız oldu. Büyüklüğü ve içeri girdiği zaman dengeleri alt üst etme olasılığından korktu ve müzakerelerin yavaşlatılması konusunda, üyeler arasında bir uzlaşı doğdu.

Kimi, tamamen kendi iç politikalarındaki çalkantılardan, kimi tamamen farklı nedenlerle, tam üyelik müzakereleri daha doğru dürüst başlatılamadan, “nefes alma” ihtiyacı duydular. Bunu gerçekleştirebilmek için de bir bahane gerekiyordu ve uluslararası kamuoylarına en kolay anlatılabilinecek veya haklılık payının yüksek olduğuna inandırılabilinecek konu Kıbrıs idi. Kıbrıs’ı bahane olarak seçtiler. Papadopulos şanslıymış, hiçbir şey yapmadan, hiç hakketmediği şekilde kazançlı çıktı. İlerde, bugün onu omuzlarında taşıyanlar, başka gerekçelerle cenazesini de taşıyacaklar, ancak biraz zaman geçmesi gerekecek.

Bugün yaşanan durumu şöyle özetleyebilirim:

Türkiye Avrupa’ya, bir kaç numara büyük geldi.

Hani, bir elbise veya ayakkabı denersiniz, üstünüze geçirdiğiniz anda hissedersiniz. Çok büyüktür. İşte aynen böyle bir durumla karşı karşıyayız.

Yaşananların Türk dostluğu veya Türk düşmanlığı ile hiçbir ilgisi yok.

Avrupalı siyasiler, bizim politikacılarımızdan farksızlar. Günü gününe yaşıyorlar. Uzun vadeli düşünmüyorlar. Vizyonları yok. 10-15 yıl sonrasındaki kazançlar onları ilgilendirmiyor. Onlar da, bizimkiler gibi bu yılki veya iki yıl sonraki seçimleri düşünüyorlar. Nasıl Kıbrıs umurlarında değilse, uzun vadeli çıkarlarını da hesaplamıyorlar. Yarın işlerine geldiğinde göreceksiniz, Papadopulos’u bırakıp, Türkiye’yi omuzlarında taşıyacaklardır.

Şu yaşadıklarımız, tipik Uluslararası bir dengeler ve pazarlıklar oynudur. Kişiselleştirmeyelim ve dost-düşman komplekslerine girmeyelim.

Şimdi gelelim bugünkü duruma…

İKİ AYRI CEPHE OLUŞTU VE KILIÇLAR ÇEKİLDİ…

HAYIR CEPHESİ: Fransa, Almanya, Avusturya, Hollanda, Danimarka, Kıbrıs ve Yunanistan’ın başı çektiği bu grup 11-12 Aralık Dışişleri Bakanları toplantısında, Avrupa Komisyonu’nun tavsiye kararının ağırlaştırılmasını istiyor:


1. Askıya alınan bölüm sayısını 8’den 10’a çıkarılması.
2. 18 ay süre tanınması ve bu süre sonunda Türkiye limanları açmamışsa, askıya alınan bölüm sayısının daha da arttırılması.
3. Kıbrıs’ta çözüm için BM’nin harekete geçirilmesi tavsiyesinden vaz geçilmesi.

Bu değişikliklere bakınca, AB Komisyonu tavsiyelerinin sanıldığı kadar kötü ve kısıtlayıcı olmadığı anlaşılıyor. Bundan dolayı da, ne yapıp edip Avrupa Komisyonu önerilerinin değişmemesi, bırakın hafifletilmesini, daha da ağırlaştırılmadan kurtarılması, Türkiye’nin çıkarlarına daha uygun düşüyor. Hükümet hafifletme istiyor. Gayet tabii isteyecek. Ancak bizler bilelim ki, ehven-i-şer, Komisyon’un tavsiyeleridir.

EVET CEPHESİ: İngiltere, İspanya ve İtalya’nın başını çektiği bir başka grup ise, Türkiye’ye kesilen cezanın hafifletilmesi için mücadele ediyor. AB toplantılarında bir kararın alınabilmesi uzlaşıya bağlı. Birinin HAYIR demesi, kararı bloke edebiliyor. EVET’çilerin en büyük avantajları da bu. Kararı bloke edebilecekler, ancak karar alınamaması Türkiye açısından avantaj yaratmıyor. Zira böyle bir olasılıkta, Kıbrıs herşeyi bloke edeceğinden dolayı, müzakereler fiilen donacak.

Özetle, HAYIR’cılar Türkiye ile müzakereleri mümkün olduğu kadar derine gömmeye çalışıyorlar. Hiç değilse birkaç yıl boyunca, Türkiye konusunun tekrar gündemlerine gelmemesini sağlamak istiyorlar. EVET’çiler ise, tam aksine Türkiye’yi mümkün olduğu kadar toprağa yakın tutmak istiyorlar ki, konjonktür değişir değişmez hızla hareketlenilebilsin.

Avrupa birşeyi unutuyor: Türkiye’nin Avrupalılığına onlar karar veremeyecekler. Ona bizler karar vereceğiz. Türkiye’den kurtulamayacaklar.




Freitag, Dezember 01, 2006

Meral Tamer / Milliyet

Londra Belediye Başkanı'nın makam aracı yok

Bizim halkımız İngilizlerden zengin mi ki, valilerimize devletin kesesinden 300 bin YTL'lik S350 Mercedes satın alınıyor?

Herhangi bir yanlış anlaşılma olmasın. Devletimiz, valilerimizin seyir halindeyken güvenliğini ve konforunu elbette sağlamalıdır. Ama aynı devletimiz bunu sağlarken, Doğu'nun pek çok köyünde halkımızın tezek yakarak yaşamını sürdürdüğünü de gözardı etmemelidir. Evet bugün yine konumuz, son aylarda valilerimizin devletin kesesinden peşpeşe satın aldıkları, 300 bin YTL değerindeki 2007 model S350 Mercedesler. Özellikle uzun yıllar yurtdışında yaşayan okurlarım, kamudaki bu savurganlığı hayretle izliyor ve e - posta mesajlarıyla beni de bilgilendiriyorlar. Metin Çayla'dan gelen e - posta çok karamsar: "İngiltere'de valiler ve de belediye başkanları metrolarla yolculuk yapıyorlar. Arabalarını kendi ceplerinden ödeyerek satın alıyorlar. Türkiye eğitimsiz bir toplum olduğu sürece, sultanlık devri hiç bitmez." Yurtdışındaki uygulamaların araştırılmasını isteyen okurum Kerem Tüfekçi'nin önerisi çok yerinde: "Vali Bey o şehirde devletin temsilcisi, makam aracı da ona göre olacak diye bir mantık geliştirdik maalesef. Avrupa'da makam aracı nasıl tahsis ediliyor? Özellikle Almanya gibi geniş coğrafyadaki bir ülkede ya da Finlandiya gibi doğası zor bir ülkede ya da Fransa gibi bürokrasisi kalabalık ve güçlü bir ülkede bu iş nasıl yapılıyor?"

Fransa'da vali yok mu?

Fransa'daki valilerin makam aracı durumunu öğrenmek için Paris temsilcimiz Sabetay Varol'u aradım ve hiç beklemediğim bir yanıtla karşılaştım: "Vallahi Meral, ben 20 küsur yıldır Fransa'da yaşıyorum; yabancı heyetlerle Fransa içinde pek çok kente defalarca gittim, ama bugüne kadar tek bir vali bile görmedim. Burada valiler Türkiye'deki gibi ortalıkta dolaşmazlar..."Londra temsilcimiz Nevsal Elevli'yi aradığımda ise bugünkü yazımın başlığı çıktı. Doğrusu ben Londra'nın belediye başkanının işine trenle gidip geldiğini bilmiyordum. Diyebilirsiniz ki Ken Livingstone ya da nam-ı diğer Kızıl Ken, kendine özgü bir kişilik. Ama gece yarısından sonra tren olmadığı için kullandığı taksinin parasının bile kamuoyunun tepkisine yol açmasına ne diyeceksiniz? Livingstone, 2002'deki taksi harcamaları 5 bin 500 sterlin olduğu için o denli eleştirilmiş ki, 2003'te daha az taksiye binmiş ve harcamalar 3 bin sterline düşmüş. Ama eleştiriler durulmayınca Londra Belediye Başkanı'nın 2004 yılı taksi harcamaları 1033 sterline kadar gerilemiş. Şaka gibi değil mi?

Başkanın taksi parası

İngiltere gibi kişi başına milli geliri 30 bin dolar olan zengin bir ülkenin en büyük kentinin belediye başkanı, devletin kesesinden yılda 2 - 3 bin sterlinlik taksi masrafı yaptı diye sorgulanıyor; ama kişi başına milli geliri 2 bin doların altında olan Doğu illerimizde valilerimiz peşpeşe 300 bin YTL'lik 2007 model S350 Mercedes'i makam aracı olarak satın alıyor.Okurum Fuat Aydın'ın e - posta mesajında bir hatırlatma var: "S serisi, Arap şeyhlerinin yaptırdıkları altın kaplamalı özel imalatlar hariç, Mercedes'in en lüks imalatıdır." Yoksa bizim valiler Arap şeyhlerine mi özeniyor?

Donnerstag, November 30, 2006

Cüneyt Ülsever / Hürriyet

Başbakan’a teşekkür ediyorum

BEN Başbakan’ın AB üyeliği konusunda son iki yıldır tutucu politikalara kapılarak gevşek davrandığını düşünen insanlardanım. Nitekim, Avrupa Komisyonu 8 başlıkta müzakerelerin askıya alınmasını tavsiye etti. Bakalım 11 Aralık’ta AB dışişleri bakanları, nihai olarak ne karar verecekler?Maalesef AB üyeliği serüveninde Türkiye artık "soğuk" bir döneme girmiştir; kopma gerçekleşmeyecektir ama ilişkiler birbirinden bıkan ama toplumsal baskı nedeniyle boşanamayan çiftler gibi karşılıklı ihtiyaçtan doğan siyasal yaptırımlar nedeniyle zoraki sürecektir.Türkiye’yi böyle iki arada bir derede dönemin içine soktuğu için baş sorumlu Başbakan’ı eleştiriyorum.Ama...

* * *
Aynı Başbakan’a Papa’yı uçağın kapısının dibinde karşıladığı için çok teşekkür ediyorum.Türkiye için büyük bir şans olduğuna inandığım Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Bardakoğlu’nu da bir bilim adamı edası içinde ama açık bir dille Papa’yı eleştirdiği için candan kutluyorum. Papa’ya dünyanın gözleri üzerimizdeyken şu sözleri söyletebilmek onun başarısıdır: "İslam barış dinidir. Özü akıl ve bilimle yoğrulmuştur. Bütün ilahi dinler gibi İslam da barış getirmiştir. Öğretileri de hem akli hem de barış temelleri üzerine kuruludur."İşte ben böyle bir Türkiye özlüyorum!Misafirperver ama diplomasi kurallarını göz ardı etmeden sözünü esirgemeyen bir ülke! Türkiye hem Batı dünyasının değerlerine saygılı, hem de kendi değerlerine sahip çıkan bir görüntü vererek Batı’ya ve Doğu’ya dünyada ait olduğu yeri bir kez daha tarif etmiştir.Türkiye, her iki medeniyet çığırının değerlerini birlikte özümseyen dünyadaki nadir ülkelerden birisidir.Eminim, bu tavır hem Batı’da, hem Doğu’da Türkiye’nin dünyadaki işlevinin bir kez daha düşünülmesine vesile olacaktır.

* * *
Başbakan’ın Papa’yı karşılamamasını dün eleştirenlerin şimdi de Papa’yı karşıladığı için eleştirmelerini, bununla da yetinmeyip küçük düşürmelerini anlamak hiç mümkün değil.Hele hele Diyanet İşleri Başkanı’nı bir bütünden ayırıp, sadece onu takdir etmek de çok haksız bir tavır.Başkan, hükümetin bir memurudur ve söyledikleri gerek eleştirilirken, gerek takdir edilirken hükümeti bağlar.Yapılması gereken, topyekûn hükümeti takdir etmek iken vaveyla koparmak, haksızlık etmek kadar "entelektüel" bir tavır olmaktan çok uzak, olsa olsa "entel" bir tavırdır.Hiçbir şeyi beğenmemek veya beğenmediğini her koşul altında eleştirmek ve küçük görmek ne Doğu medeniyetine, ne de Batı medeniyetine ait bir tavırdır.Esasında Türkiye’yi dünyadan koparan ve yalnızlaştıran "bana ne, bana ne!" anlayışıdır.

* * *
Tüm İslam dünyasının ağzını açamadığı ama tüm Müslümanları rencide eden haksız bir tutuma bu kadar medeni bir cevap veren, Papa’ya yukarıda alıntı yaptığım sözleri söyleten, aynı anda "Papamıza acaba ne yapacaklar" diye dertlenen Batı’ya geleneksel misafirperverliğiyle cevap veren bir Türkiye’de yaşamak bana gurur veriyor.

Bana bu duyguyu yaşatan herkese çok teşekkür ederim!

Mittwoch, November 22, 2006

Gülay Göktürk / Bugün Gazetesi

Tek tip siyaset bilimi

Gazi Üniversitesi Rektörü, Atilla Yayla'nın ders vermekten men edildiğini açıkladı.
Anayasa ve yasalar üniversiteler de "Atatürk ilkelerine bağlı öğrenci yetiştirilmesini öngördüğü" için, Kemalizm'i eleştiren bir siyaset bilimi hocasının öğrencileri zehirlemesine müsaade edemezlermiş!

Üstelik de Atilla Yayla'nın sözleri Gazi Üniversitesi camiasında o kadar büyük infial yaratmış ki, bu infial de ders verdirmeme kararlarında etkili olmuş. Atatürk'e "adam" diyecek kadar terbiye yoksunu birine öğrenci emanet edemezlermiş. Söyledikleri kabaca böyle...
Böylece Atilla Yayla'nın bir cümlesiyle başlayan "Kemalizm Krizi" nde farklı bir aşamaya geçmiş bulunuyoruz. Şu anda en önemli şey; bir üniversitenin, bir siyaset bilimi hocasını, Kemalizm konusundaki fikirlerinden dolayı ders vermekten men etme kararıdır.
Rektörün gerekçesinin neresinden tutacağımı şaşırmış durumdayım.
Bir kere, bu nasıl bir üniversite ki, siyaset bilimi kürsüsünde Kemalizm eleştirisi yasak. Siz bir üniversitenin psikiyatri bölümünde, Davranışçı Ekol'ün yasaklandığını, sadece psikanalizin öğretilmesine izin verildiğini düşünebiliyor musunuz? Ya da, bir fizik bölümünde, "ışık dalga mıdır; yoksa tanecik mi?" tartışmasında bir görüşün savunulmasının yasaklandığını? Benim Gazi Üniversitesi rektörüne kısa yoldan çözüm önerim, eğer Kemalizm'in tartışılmasından korkuyorsa, Atilla Yayla'ya ders verdirmemekle yetinmeyip, siyaset bilimi bölümünü hatta bütün sosyal bilimler bölümlerini tez elden kapatmasıdır.

Çünkü zaten, eğer yasalar sadece tek tip siyaset öğrenimi yapılmasını dayatıyorsa, siyaset bilimi diye bir dal da kalmıyor demektir. Olmayan bir bilimin fakültesi mi olur? Yayla'nın sözlerinin Gazi Üniversitesi camiasında "infial" yaratmasına gelince... Tabu haline getirilmiş fikirlerin sarsılması her zaman infial yaratabilir; öncü fikirler her zaman provokatif olabilir. Ama üniversiteler tam da bunun için vardır. Üniversitelerdeki bilimsel özerklik sayesinde en provokatif fikirler de serbestçe ortaya konulabilir, araştırılabilir. Üniversitelerin toplumların fikir hayatına öncülük edebilmesi de bu sayede olur.

Üniversite yönetimleri, infial yaratan her fikrin sahibini ders vermekten men edecek olsa, ders verdirecek hoca bulamaz. Daha doğrusu, adam gibi üniversitelerde bulamaz. Ben doğal olarak, Gazi Üniversitesi öğretim üyelerinin ne kadarının Rektör'ün söylediği gibi infial içinde olduğunu bilmiyorum. Ama diyorum ki, bence o üniversitenin öğretim üyelerinin asıl şimdi, Rektörlük'ün bu kararı karşısında infial duymaları gerekir. Eğer duymuyorlarsa, ne fikir özgürlüğünden, ne araştırma özgürlüğünden ne de üniversitenin bilimsel özerkliğinden hiçbir şey anlamıyorlar demektir.

Rektörün gerekçeleriyle tartışmayı şu "terbiye yoksunluğu" konusuyla bitirelim: Atilla Yayla'nın Atatürk'ten "adam" diye bahsetmesinin doğru olmadığını ben de yazdım. Ama bunu yazarken asıl eleştirim onun kitle psikolojisini gözetmemesi, Atatürk putlaştırmasının had safhada olduğu böyle bir toplumda daha dikkatli olması noktasındaydı. Yoksa, eğer Türkiye normal bir ülke olsaydı; Atatürk de böyle "yarı-tanrı" konumuna getirilmemiş olsaydı; ulusal bir kahramana "adam" dedi diye bir profesörün derslerini elinden almak kimsenin aklından geçmezdi. Nitekim geçmiyor.

Fransa'nın milli kahramanı de Gaulle, Amerika'nın milli kahramanı Lincoln hakkında her gün çok daha ağır laflar ediliyor. Mesela, Thomas diLorenzo diye bir adam kalkıp "Lincoln'un Maskesini İndirmek" isimli bir kitap yazıyor; kitabında Lincoln için "tiran" diyor, kimsenin aklına Lincoln'e hakaretten suç duyurusunda bulunmak gelmiyor. Zaten orada Lincoln'u Koruma Kanunu diye bir kanun da bulunmuyor...

***
Olayın vahim yanlarından biri de AK Parti İzmir İl yöneticilerinin tepkilerin ortaya çıkmasından sonra aldıkları tutum... Elbette bir parti panelinde yapılan konuşmalar partiyi değil, konuşmacıları bağlar.
Elbette ki Yayla'nın sözlerinin hesabı AK Parti'den sorulamaz. AK Parti İzmir İl yöneticilerinden beklenen, o sözlere değil ama o sözlerin fikir özgürlüğüne inanan bir partinin yarattığı bir platformda ifade edilebilme hakkına sahip çıkmalarıydı. Apaçık ki, AK Parti demokrasi mücadelesi verecekse, daha cesur yöneticilere ihtiyacı var.

Konferansta elini sıkıp tebrik ettikleri kişi saldırı altında kalınca "Ben de konuşmasından dehşete düştüm, salonu terk ettim" diye açıklamalar yapacak kadar siyasi cesaretten yoksun insanlara değil. Bu nokta Atilla Yayla için pek önemli değil belki ama, AK Parti'nin kendisi için önemli.

Montag, November 20, 2006

Prof.Dr. Aydin Ayaydin / Sabah / 20.11.06

Gurbetçiler 5 Koç'a bedel

*Almanya'da Türklere ait tam 65 bin 600 işletme var.
*Bugün işletmelerin yatırım hacmi tam 7.4 milyar Euro.
*Gurbetçilere ait işyerleri 323 bin kişiye iş veriyorlar.
*Bu, 60 bin kişilik Koç Grubu'ndan 5 kat fazla.

Gurbetçi patronlar 5 Koç'a bedel!2005 yılı verilerine göre Almanya'da Türk girişimcilere ait 64 bin 600 işletme var.
Toplam 7.4 milyar Euro'luk yatırım hacmine ulaşan işletmeler, 323 bin kişilik istihdam sağlıyor. Bu istihdam 60 bin kişilik Koç Grubu'nun 5 katından fazla.
Almanya ve diğer AB ülkelerine işçi olarak yola çıkan insanlarımızın 40 yıl önce başladıkları bu yolculuğun sonucunda sayıları 4 milyona ulaştı.
Yıllar önce Almanya ile başlayan bu yolculuğa katılanların tek amacı vardı: Birkaç yıl çalışarak memleketinde bir iş kurabilecek kadar para biriktirip tekrar Türkiye'ye dönmek. Ancak daha sonraları bu tercih, yerini Almanya'da iş kurmaya bıraktı. Türkiye'den gurbete uzanan bu uzun yolculuk pek de kolay olmadı. Ailesinden, çoluk çocuğundan, ülkesinden ve de kültüründen ayrılmak zorunda kalan Türk işçileri başta uyumsuzluk yaşadı. Farklı kültüre uyum sağlamak kolay olmadı. Üstelik kültürümüzden uzaklaştıkları gibi, bulunduğu ülkelerin kültürüne de ayak uydurmak pek kolay olmadı. Uzunca bir süre dünya kamuoyuna, kafasında fötr şapka, elinde transistörlü radyo ve palabıyık imajı ile yerleşen Türk işçileri bugün üçüncü kuşağa ulaştı.

Dört milyon Türk'ün yaşadığı Avrupa Birliği ülkelerinde, Türk kökenli göçmenlerin girişimcilik ruhu gelişerek, işçi olarak başlanan ülkelerde işverenliğe kadar ulaştı. Başta Almanya olmak üzere diğer AB ülkelerinde iş sahibi olan Türkler, değişik ülkelerden 323 bin kişiyi çalıştırıyor. Evet yanlış duymadınız. İşçi olarak yurt dışına giden insanlarımızın kurduğu işletmelerde bugün tamı tamamına 323 bin kişi çalışıyor.

2.6 MİLYON TÜRK
Merkezi Almanya'da bulunan Türkiye Araştırmalar Merkezi Vakfı' tarafından Türk Alman Sanayi ve Ticaret Odası adına yapılan 'AB'deki Türk Girişimcilerin Ekonomik Boyutu' isimli araştırmadan yola çıkarak ilginç tablolara ulaşıyoruz. Almanya ve diğer AB ülkelerindeki Türk kökenli girişimcilerin sosyo-demografik yapılarından ekonomik güçlerine, sağladıkları istihdamdan sektörel dağılımına kadar olan tabloları değerlendireceğiz. Doğum veya başvuru ile sadece Alman vatandaşı olan Türk kökenlilerin sayısı 900 bin dolayında.
2004 yılı verilerine göre, Almanya'da yaşayan 1.8 milyon Türk vatandaşı da dikkate alındığında, Almanya'daki Türk kökenli göçmen sayısı 2.6 milyona ulaşıyor. Şu anda Almanya'da yerleşik Türklerin yüzde 32'si Alman vatandaşlığı statüsünü kazanmış durumda. Bu orana bakarak artık Türk kökenli göçmenlerin- uyum tartışmalarından bağımsız olarak- Alman toplumunun bir parçası haline geldiğini söylemek mümkün.

HIZLA BÜYÜDÜLER
2005 yılı itibarıyla Almanya'daki Türk girişimci sayısı 64 bin 600'e ulaştı. Oysa 1985 yılında Türk girişimci sayısı 22 bin, 1990 yılında 33 bin, 1995 yılında 40 bin 500 ve 2000 yılında ise 59 bin 500 idi. Bu rakamlar irdelendiğinde son yirmi yıl içinde, Almanya'da faaliyet gösteren Türk işletmelerinin sayısının üç misli arttığını görüyoruz.

CİRO 8.8 MİLYAR $
Almanya'daki Türk girişimcilerin 1985 yılı itibarı ile faaliyete geçirdiği 22 bin işletmede 77 bin kişi çalışmış, bu işletmeler için işletme başına ortalama 88 bin 400 Euro yatırımla, toplam 1.9 milyar Euro yatırım hacmine ulaşılmış. Bu işletmelerde işletme başına ortalama 400 bin Euro ciro yapılarak yıllık ciro 8.8 milyar Euro'ya ulaşılmış ve işletme başına ortalama 3.5 kişiye istihdam yaratılmış.

Samstag, November 18, 2006

Mehmet Ali Ilicak / Bugün Gazetesi / 18.11.06

O kafalar, bey kafalar!

CHP Grup Başkanvekili Ali Topuz buyurmuş: "Cumhurbaşkanlığına Erdoğan, Arınç veya onlara benzer birini getirdikleri takdirde, laik demokratik cumhuriyetin adı fiilen değişmiş demektir."

Anlaşılan, CHP sandıktan ümidi kesmiş olacak ki, başbakana belden aşağı vurmaya başladı. Ey Muhterem, "onlara benzer biri" ile neyi kast ediyorsun?
Yıllarca siyasette bulundunuz, memlekete ne faydanız dokundu! Hamasetin ve Atatürk'ü istismarın dışında, ne yaptınız? Takmışsınız Tayyip Erdoğan'ın kafasındaki gizli gündeme. Bu gündem gizli de, siz nereden biliyorsunuz? Biliyorsanız nasıl gizli oluyor? Sorular çok, kafam karışık.

Topuz Bey'in beğenmediği "o kafaların" dönemini, birkaç rakam ile özetleyelim. Bakalım Türkiye nereden nereye gelmiş.
Milli gelir 2.619 $'dan, 5.311 $'a; İhracat 39 milyar dolardan, 83 milyar dolara; Oto satışı 175 bin adetten, 530 bin adete yükselmiş. Bütçe açığı 39.1 milyar YTL'den, 3.8 milyar YTL'ye düşmüş.

Görünen o ki memleket ilerlemiş. "O kafalara" yabancı yatırımcı da güvenmiş.1999-2002 yılları arasında, Türkiye'ye gelen yabancı yatırımın toplamı 6 milyar 411 dolar. "O kafalar" döneminde ise yaklaşık 29 milyar dolar yatırım yapılmış.

Şahsen ben, "O kafalardan" değil, "bey kafalardan" korkuyorum. Başımıza bugüne kadar ne geldiyse, müsebbibi "bey kafalar" değil mi? Zenginin sofrasında oturup, "bey unvanını" kazanan, sonra da meydanlarda "halk edebiyatı" yapanlardan çektik ne çektiysek.

Bugün için durum farklı.İşadamı memnun, malı her gün değer kazanıyor. Fakir ise yavaş yavaş kendine geliyor. 3-5 yıl içinde istikrarı kaybetmezsek, görün bakalım Türkiye'yi tutabilen olacak mı?Korkmayın! Laik, demokratik Türkiye Cumhuriyeti'nin teminatı, ne ordu, ne CHP ne de cumhurbaşkanıdır.

Cumhuriyetin teminatı millettir, millet!

Samstag, November 11, 2006

Engin Ardic / Aksam Gazetesi / 11.11.06

Hopursak da bopursak da



Başbakan, cumhurbaşkanı adaylığı için 'ille ben olacağım diye bir şey yok' dedi. Biz kendisini ciddiye aldık, bu sözünü 'olmayabilirmiş' şeklinde yorumladık.Basın ve yayın dışındaki işlerinden devlete olan yüklüce borçlarını ödememeye çalışanlar, 'böyle dediğine göre tam tersini düşünüyor, mutlaka olacak' şeklinde yorumladılar.
Amaçları, başbakana gösterilen tepkiyi canlı tutmak ve bunu kendisi üzerinde 'tehdit ve baskı unsuru' olarak kullanmak.Belki sıradan okuyucuya yedirebilirler ama Babıali yutmaz.
Kendilerine borç erteletme girişimlerinde başarılar dilerken, kafamızda başka bir soru var:Bildiğiniz gibi ben başbakanın cumhurbaşkanı olmasını istemiyorum, bunu açık seçik yazdım. Naçiz aklımın erdiğince başka çözümler de önerdim. Nitekim 'İstanbul sermayesi' de istemiyor, 'istikrar' adına. Çünkü birilerinin ortalığı karıştıracağını biliyorlar.Fakat bakıyorum da, başbakanın cumhurbaşkanı olmasını istemeyen bürokrasi, esas olarak 'eşinin başının bağlı olmasını' öne sürüyor.'Çankaya'da türbanlı kadın istemeyiz' diyorlar.

First Lady... Sayın Emine Erdoğan bu mevkiye gelirse herhalde kendisine 'Başkadınefendi' denecek!Peki niçin olmaz? Çağdaş Türkiye, temsil görevi, falan filan.Bu ülkenin başbakanının eşinin başı şu anda örtülü mü? Örtülü. Bu ülkenin meclis başkanının eşinin başı örtülü mü? Örtülü. Bu ülkenin dışişleri bakanının eşinin başı örtülü mü? Örtülü.Bu hanımlar törenlere katılıyorlar, gerektiğinde eşlerinin yanında 'temsil görevlerini' de yapıyorlar mı? Yapıyorlar.Bunların hepsi oluyor da cumhurbaşkanına gelince niçin olamıyor?Efendim biri hükümet, öteki devlet...
Bizde başkanlık sistemi mi var? Hayır. 'Eski Fransız usulü' parlamenter sistem var. Bu sistemde cumhurbaşkanlığı makamı bir 'formaliteden' mi ibaret? Evet. (Değildir diyorsanız, anayasaya göre orduların başkomutanı olan cumhurbaşkanının 'Kuzey Irak'a girin' emrini 1991 yılında niçin uygulamaktan kaçındınız?)...
Bu sistemde, cumhurbaşkanının eşi, köşkü çekip çevirmek ve törenlerde ve gezilerde kocasının yanında bulunmaktan öte bir 'fonksiyon' taşıyor mu? Hayır. Başı ister açık olsun ister örtülü, devlet işlerine karışabilir mi? Ona da hayır.Erdoğan aday olsa ve kazansa ne yapacaksınız? Hiç. Kendisi olmasa da eşinin başı bağlı herhangi bir milletvekilini aday gösterse ne yapacaksınız? Hiç. Ağzınızı açamayacaksınız.

Haa, gelin o zaman şunun adını koyalım: Mesele, cumhurbaşkanının eşinin başı meselesi değil. Mesele, 'kanunları veto edip etmeme' meselesi! Erdoğan köşke çıkarsa her kanun tıkır tıkır geçecek.Peki bugünkü 'eşinin başı açık' cumhurbaşkanı kanunları bir kereden fazla veto edebiliyor mu? Veto ettiği birçok yasa, biraz da gıcıklığına, meclisten 'aynen' tekrar çıkmıyor mu? Çıkıyor. Bu kez imzalamak zorunda kalıyor mu? Kalıyor.O zaman, Emine Hanım başını açsa ya da kapasa da eşi oraya çıkıp otursa ne farkedecek, başka herhangi bir AKP milletvekili cumhurbaşkanı seçilse ne değişecek? Koskocaman bir hiç.

Haa, 'YÖK üyelerini' seçecek... Üniversitelerde 'türbana izin verecek' adamları getirecek!...Peki siz 'bir 12 Eylül ürünü olan antidemokratik YÖK'e' karşı mıydınız? Karşıydınız.O zaman, 'laik diktaya evet, dinci diktaya hayır' mı diyorsunuz? Çelişkiye düşmüyor musunuz? Düşüyorsunuz. Ayıp olmuyor mu? Oluyor.Başbakan kendisi cumhurbaşkanı olmak istiyorsa olur, başka herhangi bir 'adamını' seçtirmeyi tercih ederse, seçtirir. Bunların ikisini de çatır çatır yapar, yapacaktır. Bizim hopurup bopurmamız hiçbir şeyi değiştiremeyecektir. 'Yara kaşımaktan' öte bir sonuç alamayız.

Bunu önlemenin tek yolu, Ferhan Şensoy'un Rejans Lokantası'nda sarı votkayı çekip çekip bulanık kafayla önerdiği saçma ve zırva yoldur, onu da ciddiye alan yok. Olmasın da zaten.

Donnerstag, November 09, 2006

Mehmet Barlas / Sabah / 9.11.06

Savaşı Almanya kazansa AB de olmazdı...

Zamanın ne kadar göreceli bir kavram olduğunu kurama da bağlayan Einstein, "Geleceği hiç düşünmem; çünkü gelecek o kadar kısa zamanda geçmiş oluyor ki" diyor.Aslında Türkiye'nin AB'ye üye olmak yolunda geçirdiği "Zaman"ı da böyle değerlendirsek, belki olaya daha gerçekçi açıdan yaklaşırız. Çünkü her toplumda ve her coğrafyada zaman değişik hızlarda geçiyor.Durumu tam anlamak için, bazı Batı üniversitelerinde tarihi yorumlamak amacıyla başvurulan "Olmayana ergi" yöntemini mi kullansak. Örneğin, "Bizans Katolik olmayı kabul etseydi, Haçlılar İstanbul'un fethini önlerler miydi" veya "Waterloo'da Napolyon savaşı kazansaydı bugün İngiltere'de trafik sağdan mı olurdu" benzeri sorularla tarihi anlamaya çalışsak...

Türkiye-AB ilişkilerindeki "Zaman"ın süresi, bazılarımızı yormaktan öteye öfkelendirmeye de başladı. Bazıları için de "AB'ye uyum" için bizden istenenler, ulusal onurumuzu zedelemeye başladı. Bazılarımız ise, "Yani AB'ye girmek için Kıbrıs'ı mı vereceğiz" gibi sorular bile soruyor. OLANA UYUM Geçenlerde buna benzer bir tepkinin soruya dönüşmüş biçiminin, şu şekilde seslendirildiğini bile duyduk:

-NATO yerine Varşova Paktı'na girseydik, bugün bütün eski Komünist Doğu Avrupa ülkeleri ile birlikte AB'ye girmiş olmaz mıydık? Tarihi olmayana ergi yöntemi ile anlamaya çalışmak için, aslında bu soru da iyi bir örnek olamaz mı?

-1'inci Dünya Savaşı'nı da 2'nci Dünya Savaşı'nı da Almanlar kazansaydı, Türkiye için daha mı iyi olurdu? "Osmanlı Almanya ile birlikte yenilmeseydi, Cumhuriyet de olamazdı" cevabını verebilirsiniz bu soruya. Veya "2'nci Dünya Savaşı'nı Almanlar kazansaydı, ne Türk-Amerikan İttifakı, ne Sovyet tehdidi, ne de NATO olurdu... AB de olmazdı, AB'ye üyelik gibi bir sorunumuz da olmazdı" yorumunu da getirebilirsiniz. Hatta "İsrail kurulamayacağı için, Ortadoğu'da Filistin sorunu da olmazdı" da diyebilirsiniz.Bütün bu sıraladığımız olaylar ne kadar uzak geçmişte görülüyor olsalar da, bunlar "Yaşadığımız dün" ün parçaları değil mi? Ve sonuçta olmayana ergi yerine "Olana uyum" çabaları ile geçen yıllarımız var geride kalan...Örneğin Lozan'da askıda bırakılan Türkiye-Irak sınırının belirlenmesinin, Türkiye'nin üye olmadığı Cemiyeti Akvam'a bırakılması ile, Türkiye'nin ve KKTC'nin üye olmadığı AB'nin, Kıbrıs'a çözüm araması da güncel siyasi gerçeklerin bir yansıması değil mi? İLERLEME RAPORU Dün açıklanan İlerleme Raporu'nu da bu açıdan değerlendirmeyi denemeliyiz. Bundan 1520 yıl sonra, eğer uyum konusunda her şey tamam olur ve buna karşı bazı Avrupalılar Türkiye'nin AB üyeliğini referandumda reddederse, acaba ne yaparız? Bundan 20 yıl önce, Sovyetler Birliği vardı, Romanya'da Çavuşesku, Bulgaristan'da Jivkof yönetimdeydi ve Yugoslavya da, Çekoslovakya da tek devletti. Bunların hepsi de Avrupa ülkeleridir üstelik.Siz AB'ye tam uyumu sağlayın, Türkiye'de kişi başına ulusal gelir payı 20 bin doları bulsun, hukukun üstünlüğü ve sivil demokrasi sistemin vazgeçilmez öğeleri olsun ve ülke bütünlüğü barış ve istikrar içinde korunsun, o zaman siz de referandum yapıp "AB'ye hayır" dersiniz. "Dün"ü hatırlarsanız, yarının nasıl hızlı biçimde düne katılacağını görürsünüz. Hüner, bu zamanı ziyan edip yavaşlatmamaktır. "AB olmazsa" diye başlayan cümlelerle olmayana ergi yöntemini seçmek yerine "AB vardır ve Türkiye 40 yıldır buna üye olmak için çalışıyor" cevabını vermek de daha gerçekçidir kanımızca.


Mittwoch, November 08, 2006

Rauf Tamer / Hürriyet / 8.11.06

Biz bize benzeriz


Bilim adamları Türk insanındaki “ortak payda”yı arıyorlarmış.

Yardımcı olayım:

- Paran bende.
- Aramızda teklif mi var?
- Sözüm senettir.
- Dâvetlimsin.
- Kadıncağıza yardım edelim / Şu adamın ameliyatını biz üstlenelim.
- Veresiye, bakkal defteri, Tanrı misafiri.
- Hediye, harçlık, bağış, bahşiş. (Fitre ve zekât)
- Postacıyı kolla.
- Kâhyayı gör / Gördüm abi / Olsun, bir daha gör.
- Başlık, çeyiz, rüşvet, gasp, haraç, işgal, komisyon.
Ama ille de bahşiş.
Bol bahşiş.
*
Bizdeki “ortak payda” ekonominin hiç bir kitabına sığmaz.
İstatistikler yavan kalır:
- Denize çık, balık tut, sat.
- Tezgahı kur, ekmek içi köfte.
- Çaylar benden.
- Bozuk param yok / Abi sonra ödersin.
- Sünnet hediyesi ne alsam?
- Bir sigara ver / Paket sende kalsın.
- Garson, masayı donat.
- Yan masaya meyve götür / Var efendim / Olsun, sen yine götür.
Ve...
Ekmek artığı, yemek ısrafı, su ve elektrik savurganlığı, telefon gevezeliği.
*
Ne yapalım?
Meyhanede efkarlanıp “ne olacak bu memleketin hali” diye oflayıp puflasak da “mihrabım” diyerek ona hep yüz süreceğiz.
Şükürler olsun.
“Kaç işsiz var”dan ziyade “kaç tembel var”ı düşünecek durumda değiliz.
- Evsiz kaldın, bu gece nerde yatacaksın.
- Komşular sağolsun.
- Domates, biber, patlıcan.
Bereketli topraklar, yağmur, güneş, deniz... Güzelim kızlar, sıhhatli delikanlılar.
Ojeli tırnaklar, beri tarafta nasırlı eller.
Ve... sürekli yardımlaşan insanlar.

Bilim adamları hâlâ “ortak payda”yı araştıradursunlar.
İşte benim memleketim.

Dienstag, November 07, 2006

Hasan Cemal / Milliyet / 7.11.06


Ecevit`in yakaladigi firsat...

Gazeteciliğe 1960'ların sonlarında devrimci olarak girdiğim zaman, Ecevit hedef tahtamızdaydı. Çünkü demokrasiyi savunuyordu.Biz ise cici demokrasi diye nitelediğimiz rejimi askeri darbe ile devirip Türkiye'de 'devrim yolu'nu açmanın peşindeydik. Devrim yapamadık ama darbeye neden olduk 12 Mart'ta.Ve ben, Ecevit'in Başbakan olarak 1974'de çıkardığı af sayesinde hapisten kurtuldum.Normal gazetecilik dönemim böyle başladı. Sonra Ecevit'i izlemeye koyuldum. Yıllar boyu birçok iç ve dış gezisine katıldım. CHP kurultayları bir ara neredeyse uzmanlık alanım haline geldi.O kadar çok anım var ki Ecevit'le ilgili.
O kadar çok haber, izlenim, röportaj ve yorum yazdım ki hakkında...
Bir siyaset adamı olarak Ecevit, kendi gazetecilik tarihimin ağırlıklı bir bölümünü oluşturur. Kendisini bazen destekledim, bazen eleştirdim. Politikaları benim için kimi zaman heyecan ve coşku kaynağı, kimi zaman hayal kırıklığı ve tepki kaynağı oldu.Ecevit bence Türkiye'nin kısır döngülerini kırmak için iki dönem iki büyük iktidar fırsatı yakaladı.Biri, 1974 sonrası...Öteki, 12 Eylül sonrası...Ecevit, 1960'ların sonlarına doğru ortanın solu hareketiyle Türkiye'de değişim dalgasını kabarttı. 'Kasketi'ni başına geçirdi, 'mavi gömleği'ni giydi, Anadolu yollarına düştü.Dağa taşa Karaoğlan yazılan bir siyaset dönemi açıldı CHP'nin önünde. "Toprak işleyenin, su kullananın!" sloganıyla inliyordu meydanlar.

Ecevit, bir yandan köylü için toprak reformu istiyor, öte yandan işçinin alın terine sahip çıkıyordu.Gündeminde demokrasi talebi de vardı. 12 Mart darbesine de, idamlara da, insan hakları ihlallerine de kararlılıkla karşı çıkıyor, özellikle ifade özgürlüğü konusunda ödün vermez bir tutum alıyordu.Ecevit, CHP lideri olarak demokrasi bayrağını yükseltirken, aynı zamanda dine saygılı laiklik kavramını geliştirmeye başlamıştı.Dinin her belirtisini irtica olarak görmeyen bir anlayıştı bu. Geçmişin klasik CHP yaklaşımından kopmaya, böylece dindar, eski deyişle mütedeyyin kitlelerle CHP arasında buzları eritmeye yöneldi.Dinci ile dindar arasında çizgi çeken, dini siyasete alet edenle etmeyeni ayrı ayrı kaplara yerleştiren bir laiklik anlayışını oluşturmaya başladı.Bunun karşılığını da sandıkta gördü. 1973 genel seçimlerinden birinci parti çıktı. Ayrıca, Erbakan Hoca'nın Milli Selamet Partisi MSP ile siyaset meydanına bomba gibi düşen bir koalisyon hükümetini kurarken de, 'tarihsel yanılgı'ya son vermekten söz ediyordu.1974'e böyle geldi Ecevit.İktidar koltuğuna oturdu.Ve Türkiye Kıbrıs'a çıktı.Cesaret işiydi bu karar!

Böylece Ecevit, hem CHP'de hem Türkiye'de liderlik koltuğuna oturdu. Belki Menderes'ten sonra Türkiye'nin en karizmatik siyaset adamı haline geldi. Kitleleri peşinden sürüklemeye başladı.CHP, yüzde 40'ı geçti.1977 genel seçimlerini Ecevit tek başına yakın bir çoğunlukla kazandı. AP'den yaptığı bazı milletvekili transferleri ile yeniden Başbakan oldu.Ecevit'in 1974 sonrası yakaladığı ilk fırsat buydu. İyi kullanabilse, Türkiye'nin kalkınmasının önünde duran bazı temel engeller aşılabilirdi.Ama bu fırsatı kullanamadı.Üç nedenle harcadı:

(1) Kıbrıs'ı sıcağı sıcağına ancak Ecevit çözebilirdi. Bunu yapmadı, yapamadı. Böylece kendisi çözümün değil, sorunun bir parçası oldu. Ve Kıbrıs zaman içinde Güneydoğu dahil Türkiye'de bazı temel sorunların anası haline geldi.

(2) 1973'teki Arap-İsrail savaşıyla ham petrol fiyatları patlamış, dünya ekonomisi büyük bir krize yuvarlanmış, Türk ekonomisinde deniz bitmişti. Devletçi, popülist politikalar iflas etmişti. Türkiye için de pazar ekonomisi -ya da 24 Ocak- çanları çalmaya başlamıştı.Ecevit, bu çan seslerini duymadı. Belki de duyamazdı.Çünkü sol anlayışı farklıydı. Ekonomi bilmiyordu. 1978 başında iktidara gelirken seçtiği kendi kurmay kadrosu da, 'pazar ekonomisi'nden değil, 'komuta ekonomisi'nden, 'devletçilik'ten yanaydı.Oysa Ecevit, 1970'lerin başından itibaren bazı bakımlardan 'çağın ruhu'nu yakalayarak bir iktidar dalgasının üstüne oturmuştu.Ama aynı Ecevit, ekonomik açıdan sınıfta kaldı! Çünkü 'Avrupa solu'nun özellikle ekonomide nereye gittiğini, pazar ekonomisi ile sosyal demokrasi arasındaki gelişmelerin seyrini göremedi ya da kabullenmedi veya görmesi zaten mümkün değildi.Türkiye böylece karaborsa ve kuyruklar dönemine girdi. Ekonomide mum gibi eridi. Ecevit, 1979 ara seçimlerini kaybederek iktidara veda etti.

(3) Ecevit'in belki de en tarihi yanlışı, 1978 ve 1979'daki başbakanlığı döneminde Türkiye'nin AB ile ilişkilerini askıya alması ve Yunanistan'ın tek başına Avrupa'ya girmesine seyirci kalması oldu.Ecevit'in birinci fırsatı böyle kaçtı. İkinci fırsatı ise 12 Eylül sonrası yakalamıştı.Ecevit'li yılların ikinci yazısı yarın...

Montag, November 06, 2006

Ikbal Gülpinar / Bugün Gazetesi / 6.11.06


Simidin Iki Yarisi

Nerden çıktı bilmiyorum bu kavgalar?
Erkekli kızlı anlaşmış, sözleşmiş gibi ellerinde bıçaklar. Okula gitmiyor da meydan muharebesine gidiyor gibiler. Her gün sizler de izliyorsunuz televizyonlarda. Korkuyla, endişeyle takip ediyoruz olup bitenleri. Liselerden bahsediyorum. Sıra arkadaşına kızan kapıyor çakıyı eline, sevgilisine yan gözle bakana, kopya vermeyene saplayıveriyor bıçağı. Hocasına sinirlenen çekiyor silahını. Nerde kaldı diyalog? Yahu ne oluyoruz, biz bu muyuz? Bunlara mı layığız?
Nerden çıktı bu kadar sinir stres, tahammülsüzlük? 14 milyon genç nüfusumuz var. Avrupa'da en çok genç bizde. Bu kadar cok genç nüfusun olması gerçekten önemli bir potansiyel. Ama asıl önemli olan bu potansiyel enerjiyi kinetik enerjiye nasıl dönüştüreceğimiz. Çoğunluk televizyonları suçluyor. Erkekler konusunda dizileri, filmleri, vurdulu kırdılı sahneleri, Memati'yi, Polat Alemdar'ı.Gençlerin kendini çok kaptırdığı bir gerçek.Yürek gücüne bilek gücü tercih ediliyor, herkes nefsine esir oluyor. Gençler gördükleri örneklerdeki gibi kolay yoldan zengin olmak istiyor.
Kimsenin çalışmaya veya uzun zaman beklemeye tahammülü yok. Kısa yoldan zengin veya ünlü olacaksa mafya veya hayat kadını olmaya bile razı. Kızlar için ise yarışmalar gözde. İster pop söyle ister alaturka, ister dans et, ister göbek at yeter ki ünlü ol. Andy Warhol'un zamanında söylediği ne kadar doğruymuş: Bir gün herkes 15 dakika ünlü olacak. Bence televizyonlardan çok daha önemlisi ve şiddetteki en büyük etken aile yapımızdaki bozulma. Eğitim ailede başlar, bunun aksini kabul edenin alnını karışlarım. Siz temelde iyi bir insan yetiştirmek için çabalamazsanız dürüstlüğün önemini, saygının sevginin hayatında olması gereken yerini anlatmazsanız ondan da bu değerleri beklemeye hakkınız yoktur. İnsanlar değerleri için yaşarlar, önemli kavramları vardır; ailedir, şereftir, namustur, dürüstlüktür. Aile değer yargılarını çocuğa verir.
Çocuk için, bir binanın temeli gibidir evde aldığı bilgiler. Okulda da üzerine katları çıkar. Kendini geliştirir, ilerletir. Ama çürük temel üzerine koyduğunuz yapı ne kadar güzel görünse de daima çökme tehlikesi taşır. Çocukları eleştirmeden önce kendimize bir bakmamız gerekir. Biz ona temel bilgileri veriyor muyuz? Onunla ne kadar vakit geçiriyoruz? Onlara değer yargılarını öğretiyor muyuz yoksa onlara hafta sonları şans oyunları oynayarak kolay yoldan para kazanma yollarını mı gösteriyoruz. Anneler, lütfen çocuklarınızın idealleri olsun. Bunlar kolay yoldan para kazanmaktan çok sevecekleri başarabilecekleri zevk alabilecekleri işler olsun. Kendilerine güveni olsun, sevin onları ve destekleyin:
Sen başarırsın, kotarırsın, Allah'ın izniyle diye sözlü motive edin çocuklarınızı. Amerikalılar'ın kendini haşa ilah gibi görmelerinin sebebi bu.Daha doğar doğmaz "en iyi sensin, en mükemmel sensin" deniliyor onlara, okulda, işte destekleniyor bu pohpohlama, öyle ki dünyanın hakimi sanıyorlar kendilerini. Öyle ki, atom bombası atıp onca insanın ölümüne, kanser olmasına sebep olmalarına rağmen, atalarının çektiği zulmü unutup Japon gençlerini bile kendilerine hayran bırakabiliyorlar. İfrat tefrit meselesini unutmadan hiçbir zaman Yaradan'dan uzaklaştırmadan hayatın anlamını anlatmalıyız evlatlarımıza.
Yoksa daha çok cinayet işlenecek Türkiye'de ve daha çok bebek tecavüzcüleri türeyecek. Daha geç kalmadan hadi, hep birlikte atağa kalkalım artık! Ne olur!e
Diyene bak(!)...
Dün Hürriyet Gazetesi'nde Mehmet Ali Erbil'in beyanatını okuduğumda gülme krizi, şaşkınlık, kızgınlık, kısacası her hali aynı anda yaşadım. Bakın ne demiş muhterem: "Artık halkın ne istediği ne beklediği birbirine girdi.Genel bir kirlenme söz konusu, programlarda her şey şova dönüştü. Uydurma aşklar gibi konular insanlarımızın çok hoşuna gidiyor. Neyin sahte olup olmadığına seyirciler karar verecek." Hülya Avşar-İbrahim Tatlıses'in beni hiç ilgilendirmeyen reyting oyunlarını kastediyor.
Be hey Mehmet Ali, sen değil misin yıllar önce filmlerinde abuk subukluklar yapan, programlarında sürekli belden aşağı laflarla halkın ahlakını bozan, çocuklara kötü örnek olan, sevgilim deyip, bir mankenle çırılçıplak fotoğraflar çektirip, sonra da gidip başkalarıyla evlenen, programda adamın donunu indiren, küfürler yağdıran. Sen misin "Genel bir kirlenme söz konusu diyen? Güldürme beni Allah aşkına. Bunun vebalini öte tarafta nasıl ödeyeceksin çok merak ediyorum.
Allah biliyor, bu don indirme meselesinden sonra halkımın tepki gösterip bir daha ekranlara çıkmasına engel olacağını düşünmüştüm bu şahsın. O olaya bile kızmayanlara soruyorum: Acaba sizin oğlunuzun veya kızınızın, karınızın donu indirilmiş olsaydı televizyonda, bu kadar musamahakar olabilir miydiniz? Yeter artık, kendimize gelelim ne olur ve kendini bilmezlere de hadlerini bildirelim!